Cumartesi, 20 Aralık 2014 00:00

Tarihte Müslümanların Hedefleri Neler idi?

Yazan
Öğeyi Oyla
(2 oy)

“TÂRİHTE MÜSLÜMÂNLARIN HEDEFLERİ NELER İDİ?”

18 Aralık 2014 Perşembe – 25 Safer el-Hayr 1436

                                                                

 

Esâs konumuza girmeden önce, bir konuyu dile getirmekte fayda var:

Bütün kâinâtı, canlı-cansız her varlığı, en mükemmel bir nizâm ve intizâm üzere yaratan ve onları her ân varlıkta durduran Allahü teâlâ,  şu uçsuz-bucaksız olarak gördüğümüz koca “kâinât”ta, sâdece “dünya”nın insanlarla meskûn olmasını irâde etmiş, “ilk insan” olarak “Hz. Adem”i bu dünyaya göndermiş ve onu aynı zamanda “ilk Peygamber” kılmıştır. [Binâenaleyh insanların atası maymun değildir; başka gezeğenlerde insanlık hayâtı yoktur ve insanlık vahşet üzere değil, medeniyet üzere başlamıştır.]

Şüphesiz ki Cenâb-ı Hak, yarattığı şu mükemmel âlemle, kendi varlığını belli ettiği gibi, kullarına çok merhamet ve şefkat ettiği, acıdığı için, var olduğunu ayrıca “Peygamber”leri vâsıtasıyla da bildirmiştir.

“İlk Peygamber” Âdem aleyhisselâmdan başlayarak, “son Peygamber” olan Sevgili Peygamberimize gelinceye kadar her asırda, dünyânın her tarafındaki insanlar arasından en iyi, en üstün olarak seçtiği bir zâta (“Peygamber”e), “melek”le [“Cebrâîl” aleyhisselâm’la] haber göndererek, kendi varlığını, isimlerini ve sıfatlarını bildirmiştir.

Cenâb-ı Hak, bütün Peygamberleri vâsıtasıyla, onlara saâdet yollarını göstermiş, iyi ve güzel, kötü ve çirkin her şeyi öğretmiştir. Bu “Peygamber”leriyle, insanların dünyâda ve âhirette râhat etmeleri, huzûr içerisinde, iyi bir şekilde yaşamaları için, emirlerini ve yasaklarını, yanî ne yapmaları ve nelerden sakınmaları lâzım olduğunu açıklamıştır.

Bu Peygamberlerin hepsinin hedefi, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşmalarıdır.

Peygamberlerin vârisleri olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm da, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan iyi fertler, âileler ve cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır.

Gelmiş-geçmiş bulunan bütün Peygamberlerin getirdikleri ahkâm-ı dîniyyede  dînin, nefsin (cânın), aklın, neslin (ırzın, nâmûsun), mâlın ve benzeri değerlerin korunması öngörülmüştür. Allahü teâlâ ve Peygamberleri, emir ve yasaklarında, bunları koruma altına almışlardır.

Halbuki bugün bütün dünyâda, bu sayılanlar da dâhil olmak üzere, bütün insan hakları ciddî bir şekilde ihlâl edilmektedir.

Mukaddes dînimizde adam öldürmek, yaralamak, malını almak, çalmak şöyle dursun, kalp kırmak bile büyük günâhlardandır.

Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, “Mü’minler ancak kardeştirler…” [Hucurât,10] buyurarak mü’minlerin kardeş olduklarını i’lân etmiştir. Bundan dolayı mukaddes dînimiz İslâmiyet, bütün müslümânları tek bir vücut gibi kabûl etmiş, müslümânların birbirlerinin dertleri ile ilgilenmelerini istemiştir.

Sevgili Peygamberimiz bu konuda: “Mü’minlerin birbirlerini sevme ve birbirlerine acıyıp meyletmedeki misâli vücut misâlidir. Vücuttan bir uzuv şikâyetlenince, vücûdun diğer organları uykusuzluğa ve sıtmaya ma’rûz kalmak sûretiyle ona iştirâk ederler” buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz yine, "Yanıbaşında komşusu aç olduğu halde tok yaşayan, kâmil mü'min değildir"  buyurarak, müslümânın, komşusuyla ilgilenmesinin önemini açık bir şekilde ortaya koymuştur.

Peygamberimizin mübârek hanımı Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) da:"Allahü teâlânın Resûlü, üç gün peşpeşe karnını doyurmamıştır; isteseydi doyururdu. Lâkin o, yoksulları doyurup kendisi aç kalmayı tercih ederdi" buyuruyor.

Hazret-i Ömer'in (radıyallahü anh) halîfeliği zamanında, dokuz ay süren bir kıtlık olmuştu. Hazret-i Ömer, "ihtiyâç sahipleri bize gelsin" diye halka duyuru yapmış; kendisi de, müslümânlar bolluğa kavuşuncaya kadar, sâdece ekmekle zeytin yağı yiyeceğine, bundan başka katık yemeyeceğine dâir yemîn etmişti.

Bizim için en güzel örnek olan Sevgili Peygamberimiz, insanların en cömerdi idi. Onun ahlâk ve fazîlet dolu yaşayışını örnek alan müslümânlar da aynı davranışları sergilemek durumundadırlar.

Allahü teâlâ, insanların îmân etmelerini, kardeşçe yaşamalarını, sevişmelerini, birbirlerine yardımcı olmalarını istemiş ve bunları emretmiştir. İnanan insanların da kardeş olduklarını i’lân etmiştir.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîminde buyuruyor ki:

“Siz, insanlar için, [ya’nî insanların iyiliği için] ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; [ya’nî ümmetlerin en hayırlısı olmak üzere yaratıldınız.] İyiliği, doğruluğu emreder; kötülükten, fenalıktan meneder ve Allah'a inanırsınız…” (Âl-i İmrân, 110 )

Kâinâtın Efendisi Sevgili Peygamberimiz de hadis-i şeriflerinde buyurmuştur ki:

“Kavmin efendisi, onlara hizmet edendir.”

“İnsanların hayırlısı [en iyisi], insanlara faydalı olandır.”

"İnsanların arasına karışan, onların ezâ ve cefâsına katlanan mü'min, insanların arasına girmeyen ve onların baskılarına katlanmayan mü'minden daha fazîletlidir." (Suyûtî, el-Câmiu's-Sağîr, II, 282)

Yüce Allah, insanlara muhtâc oldukları her türlü ni’meti de lutfetmiştir. Bu ni’metler sayılamıyacak kadar çoktur. Bu konuda 2 âyet-i kerîme vardır:

“O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın ni’met[ler]ini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim, çok nankördür!” [İbrâhîm, 34]

“Hâlbuki Allah'ın ni’met[ler]ini teker teker saymaya kalkışsanız, onları sayamazsınız. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” [Nahil, 18]


DÜNYANIN EN ÖNEMLİ KİLOMETRE TAŞLARI

$11-          Hazret-i Âdem’in (aleyhisselâm)  dünyâya gönderilmesi,

$12-          Hazret-i Nûh’un (aleyhisselâm) gemisinin tûfândan kurtulması,

$13-          Hazet-i İbrâhîm’in (aleyhisselâm) ateşten, Hazret-i İsmâîl’in de (aleyhisselâm) kurbân edilmekten kurtulmaları, [Peygamber Efendimiz: “Ben, iki kurbânlığın oğluyum” buyurmuştur.]

$14-          Peygamber Efendimizin doğumu, bi’seti, hicreti, İslâm Devleti’ni kurması, Mekke-i mükerreme’yi fethi,

$15-          Karahânlılar, Gazneliler, Tîmûroğulları, Bâbüroğulları, Selçûkluların zuhûru,

$16-          Osmânlıların zuhûru, İstanbul’un fethi ve devletin Cihân İmparatorluğu olması, Mısır’ın fethi ve halîfeliğin Osmânlılara geçmesi.

BÜTÜN KULLARDAN İSTENEN NEDİR?

Bu mukaddimeden sonra belirtelim ki, Allahü teâlâ, bütün kullarının, verdiği ni’metlere şükretmelerini, güzel ahlâka sâhip olmalarını, îmân etmelerini, ibâdet yapmalarını, kendi aralarında kardeşçe yaşamalarını, sevişmelerini, birbirlerine yardımcı olmalarını istemiş ve bunları emretmiştir. İnanan insanların da kardeş olduklarını i’lân etmiştir.

Bilindiği üzere, eğitimde işin esâsı, hem kendisine faydalı, hem de âilesine, milletine, memleketine, vatanına ve devletine, tüm müslümânlara, hattâ bütün insanlığa faydalı birer unsur meydâna getirmektir. İşte bu güzel ülkenin resmî-sivil bütün müesseselerinin ve tüm vatandaşlarının ana hedefi bu olmalıdır. Bu da, iyi bir eğitim ile mümkün olabilir.

İslâmiyette ilim ve ilim sahipleri çok övülmüş, cehâlet ise kötülenmiş olmasına rağmen;  ilim bir maksat değil, bir vâsıta sayılmıştır. İlim, insana Rabbini tanıtan ve onu kulluğa sevkeden bir merhale kabûl edilmiştir. İlmin, amele (fiiliyâta, işe) dönüşmesi hâlinde kıymetli olduğu, böyle olmayan bilgilerin insanlığı cehâlete götürdüğü bildirilmiştir. Hattâ bu 2. kısma “faydasız ilim” denilmiştir. İlim, insanı önce kendini bilmeye, sonra da Rabbini bilmeye götürmektedir. İlmi arttıkça tevâzuu artmayan, amelleri ve ahlâkı olgunlaşmayan, kibir ve gurûra kapılanlara, aslında âlim denmez.

[Şüphesiz ki, eğitimciler için nümûne-i imtisâl yani örnek insan, ideal eğitimci, bundan 14 asır evvel, tek başına teblîğâta başlayarak 23 sene gibi çok kısa bir zaman zarfında, târihin bir benzerini görmediği ve kıyâmete kadar da göremeyeceği 150.000 kâmil insânın meydâna gelmesine vesîle olan, “Asr-ı Saâdet”in başmi’mârı sevgili Peygamberimizdir.]


“TÂRİHİN EN BÜYÜK HÂDİSESİ”

20 (Yirmi) sene gibi çok kısa bir zamanda, Arabistân halkını, dünyâda bir benzeri görülmemiş üstünlüklere, yüksekliklere ve medeniyete kavuşturan İslâmiyet, 30 (otuz) sene gibi çok kısa bir zamanda da Mezopotamya, Îrân ve Hindistân içlerine, Anadolu’ya, Mısır ve Kuzey Afrika’ya, Kıbrıs’a kadar yayılarak büyük İslâm devletlerinin kurulmasına sebep olmuştur. Aslında yarım asır, devletler târihinde çok kısa bir dönem sayılır.

Gülünç zayıflıktan sonra bu ezici kuvvet, acayip durgunluktan sonra bu şaşılacak canlılık, derin uykudan sonra bu çabuk uyanış tarihin çözemediği bilmecelerdendir. Amerikalı yazar Stüdart, bu konuda, “İslâm Âleminin Bugünkü Hâli” adlı kitabında diyor ki:

“İslâm’ın zuhûru, neredeyse insanlık tarihinde kaydolunan en büyük hâdisedir. İslâm, daha evvel şahsiyet bakımından zayıf olan bir millet ve değer bakımından kıymetsiz bir ülkede zuhûr etti. Daha yirmi otuz sene geçmeden, uçsuz-bucaksız geniş mülk ve saltanatları parçalayarak, asırlar ve nesiller boyu devam edegelen eski dinleri yıkarak, millet ve kavimlerin içindekilerini değiştirerek, sağlam bünyeli bir âlem (İslâm Âlemi) kurarak yeryüzünün yarısına yayıldı. İslâm’ın ilerleme ve yükselme sırrını ne kadar araştırıp incelersek, o kadar hayranlığımız artıyor...” [Amerikalı yazarın açıklamaları bu minvâl üzere devâm ediyor.]

Şunu da belirtelim ki, târihçiler, insanlık tarihinde vukû bulan en garîp hâdisenin, bu olduğunda söz birliği etmişlerdir.

Daha sonraki asırlarda Afrika’nın ortalarına, İspanya’ya, Avrupa içlerine götürülen İslâm dîni ve medeniyeti, gittiği her yerde insanlara adâlet ve emniyet, huzûr ve saâdet dağıttığı gibi, ilmin ve tekniğin en son mahsûllerini de bol bol saçmıştır.


Ma‘lûm olduğu üzere, Söğüt ve Domaniç yaylalarına 400 çadır hâlinde yerleşen bir aşîretten de, beylik, hânlık, devlet, cihân imparatorluğu, hattâ hilâfet merkezi  meydâna getirilmiştir.

Burada şunu belirtelim ki, devletler de insanlar gibi doğar, büyür, en olgun seviyesine ulaşır ve nihâyet târih sahnesinden çekilirler.

Osmânlı da böyle oldu; dörtyüz çadırdan ihtişâmlı bir cihân devleti doğdu, büyüdü, takrîben yirmi üç milyon kilometre karelik bir coğrafyayı vatan yaptı, medeniyetlerin en güzel ve en üstününü kurdu ve bu kemâl noktasından yavaş yavaş zevâl çizgisine doğru yürüyüp takrîben bir asır evvel târih sahnesinden çekildi.

Anadolu Selçukluları’ndan sonra İslâmiyete, müslümânlara ve insanlığa hizmet nöbeti, Kayı Boyu’na geçmiştir. Küçücük bir beylikten kısa zamanda cihân devleti durumuna gelen Kayı’nın azîz temsilcisi Osmânlı Türkü, İslâmiyet’in son dîn olduğuna îmân etmiş, ilme, san’ata ve bütün insanlığa asırlarca faydalı olmuştur.

Osmânlı Devleti millî, İslâmî ve insânî esâslara bağlı bulunan bir cihân hâkimiyeti düşüncesine dayanıyordu. Bu düşünce, gerçekten Türk-İslâm târihinde en yüksek derecesini Osmânlı Devleti’nde bulmuş ve müstesnâ bir kudret kazanmıştı. Osmânlı cihân hâkimiyeti ve dünyâ nizâmı ideâli, şüphesiz millî şuûr ve uyanış yanında, asıl kaynağını İslâm dîni ve onun cihâd rûhundan alıyordu.

Gerçekten de bir aşîretten cihângîr bir imparatorluğa giden yolda, Osmanlı hânedân mensuplarının kudret kaynakları incelenecek olursa, devletin temelleri ve şaşırtıcı yükselişi daha iyi anlaşılır. Nitekim, Fransız târihçisi Grengur da, “Bu yeni İmparatorluğun teessüsü, beşer târihinin en büyük ve en hayrete değer vak’alarından biridir” demektedir.

Osmânlı Beyliği, daha kurulduğu andan i’tibâren askerî, adlî ve mâlî teşkîlâtla işe başladı. Bilhâssa askerî işlere fazla ehemmiyet verilerek muvaffakiyetin sebepleri hâzırlandı. Fakat bu zâhirî kudret, tamâmen ayrı dînde olan yabancı bir bölgede, ya’nî Balkanlarda yayılma ve yerleşme için kâfî değildi.

Ancak bu iş, daha çok mânevî ve rûhî sebeplerle, öylesine göz kamaştırıcı bir hızla ve şuûrlu bir biçimde oldu ki, bugün dahî, düşünenleri hayretler içerisinde bırakmakta ve 20. asırda dahî misli görülmemiş bu hareket, dün olduğu gibi, bugün de yerli-yabancı nesillerin hayrânlığını çekmektedir.

Osmânlı Devleti ve sultânlarının da’vâları, kendi ta’bîrleri ile “Nizâm-ı âlem” üzerinde toplanıyor, koca devletin hikmet-i vücûdu ve cihâdı da, millî, İslâmî ve insânî esaslara bağlı bulunan bir cihân hâkimiyeti düşüncesine dayanıyordu.


Şunu bir kere daha tekrârlayalım ki, yirmibirinci asırda, yeni nesillere, mukaddes dînimiz İslâmiyet’i, şanlı târihimizi, yüksek kültür ve medeniyetimizi doğru bir şekilde, ilmî ve objektif usûllerle öğretmemiz şarttır. Aksi hâlde, günümüzdeki teknolojik gelişmeler sebebiyle yabancı kültürlere açılmış bir gençliğin, benliğini muhâfaza etmesi, ecdâdına saygı duyması çok zordur.

İslâm dîninin, beşeriyeti saâdete, adâlete ve insanlığa eriştirmek için, i’lân ettiği yüksek esâslar ve dünyâ nizâmı mefkûresi, Eshâb-ı kirâmdan sonra en ileri derecesine Osmânlı devrinde ulaşmıştır.

Zamânımızdaki yerli-yabancı birçok târihçi, düşünür ve ilim adamı, Osmânlılar hakkında şunları söylemektedirler:

...Osmânlıların hoşgörüleri, ister siyâset, ister hâlis insâniyet netîcesiyle meydâna gelmiş olsun, onların, yeni zaman içinde milliyetlerini te’sîs ederken dîni, hürriyet ilkesinin, siyâsetinin temel taşı olarak kabûl eden ilk millet olduğu, i’tirâz kabûl etmez bir durumdur. Hıristiyân dünyâsındaki ardı arkası kesilmeyen yahûdî ta’zîbâtı ve engizisyona rağmen, muâvenet mes’ûliyeti lekesini taşıyan asırlar esnâsında, hıristiyân ve müslümânlar, Osmânlıların idâresi altında âhenk ve vifâk [uygunluk] içerisinde yaşıyorlardı...” (Gibbons).

Osmânlı Devletinin hâkimiyeti Avrupa’da Viyana’ya kadar olan yerlerde, Asya’da Kırım, Kafkasya, bütün Ortadoğu Ülkeleri, Afrika’da Kuzey Afrika, Hint ve Atlas Okyanusları ile Karadeniz, Marmara, Ege, Akdeniz, Adriyatik, Ummân Denizlerinde sürdü. Kıymetli âlimler yetişip, muhteşem ilim ve san’at eserleri inşâ edildi.

Osmânlı sultanları, ilmi ve ilim adamlarını, memleketlere sâhip olmaktan üstün tuttular. Kemâl sâhibi ilim erbâbını dâima takdîr edip onlara rağbet gösterdiler. Pâdişâhlar, savaşta ve barışta, kânûnların düzenlenmesinde, dînin bildirdiği hükümlere sâdık kalmakla yükselip kuvvetlendiler.

İşlerinde âlimlerle istişâre eylediler. Devlet nizâmlarının hâzırlanıp, düzenlenmesini ve teftîşini onlara havâle edip, idârî mes’ûliyetlere onları da dâhil ettiler. Bunun için Osmânlı Devletinde ulemâ sınıfı, hürmetli bir mevkıdeydi. Bu yüzden korkutmaya dayanmaktan çok, adâleti yerleştiren kânûnlar yapıldı. 

Osmânlı Devleti, kavimler, dînler ve mezhebler arasında sağlam bir âhenk kurmuştu. Eski ve yeni devletlerden farklı olarak, dışta istîlâ tehditleri ve içeride çeşitli ırk, dîn, mezhep mensûbları ve grubların huzûrsuzluk endîşeleri bulunmuyordu. Osmânlı cihân hâkimiyeti ve dünyâ nizâmı ideâli, şüphesiz millî şuûr ve uyanış yanında, asıl kaynağını İslâm dîni ve onun cihâd rûhundan alıyordu.

Osmânlı sultânları, fethettikleri yerleri medrese, zâviye, imâret, dârül-kurrâ ve türbelerle âdetâ kudsîleştirmişler, buralarda yetişen âlimlerle bütün dünyâya İslâmiyeti, insanlığı, ahlâkı, adâleti yaymışlar, asırlarca maddî ve mânevî güç ve emeklerini bu uğurda harcamışlardır.


Hiç şüphe yok ki, milletleri ayakta tutan, sâhip oldukları millî ve ma’nevî değerlerdir. Bu değerler, milletlerin birlik, beraberlik ve toplumsal dayanışma içerisinde yaşamalarını ve millî kimlikleriyle târih sahnesinde de yer almalarını sağlamaktadır. Milletler, söz konusu kıymetleri, değerleri, büyüklerini gelecek nesillere, kuşaklara aktardıkları nisbette (oranda) varlıklarını sürdürürler.

Tarih, bize millî ve ma’nevî değerlerine sahip çıkmayan ve başka milletleri körü körüne taklît edip millî, târihî şahsiyetlerini kaybedenlerin, dünyâ coğrafyasından silinip gittiklerini göstermektedir.

Bu yüzden, bir toplumu içten yıkmak isteyenler, onların inanç, ahlâk ve millî-ma’nevî değerlerini yok etmeyi ilk hedef olarak seçmektedirler.

Bu i’tibârla, özellikle genç kuşakları, bu değerler çerçevesinde eğitmek ve yetiştirmek oldukça önemlidir. Çünkü esefle görüyoruz ki, gençlerin dînî, millî ve ahlâkî değerlerden uzaklaşmaları, örf ve âdetlerimize uymayan davranışları benimsemelerine, zararlı akım ve alışkanlıkların tuzaklarına düşmelerine yol açmaktadır.

Bizim millî kültürümüz, yüce dînimizle âdetâ bütünleşmiş ve yine mukaddes dînimizin güzel ahlâkî prensipleriyle yoğrulmuştur. Sevgi, saygı ve fedâkârlığın geliştirilmesinde, toplum hayâtımızın âhenkli ve sağlam bir şekilde devâm ettirilmesinde, gençlerimizin ve çocuklarımızın yetiştirilmesinde, ma’nevî değerlerimizin ve millî kültürümüzün katkısı çok büyüktür.

Bu bakımdan geleceğimizin te’mînâtı olan gençlerimizi, millî, ma’nevî ve kültürel değerlere uygun yetiştirmek, anne-baba, dede-nene, eğitimci, resmî, askerî ve sivil kuruluşlar, medya ve topyekûn toplum olarak hepimizin görevidir.


MEDENİYETİN TARİFİ

“Medeniyet”: “Ta’mîr-i bilâd ve terfîh-i ıbâd” yanî “beldeleri i’mâr edip, kulları, insanları refâha, râhat ve huzûra kavuşturmak” şeklinde ta’rîf edilmektedir.

Demek ki “medeniyet”; memleketleri i’mâr etmek, binâlar, yollar, fabrikalar, çeşitli âlât u edevât v.s. yaparak memleketleri kalkındırmak, fenni ve her çeşit gelirleri, bütün insanların, ya’nî ferd, âile, cemiyet ve milletlerin hürriyetleri, râhat ve huzûr içinde yaşamaları için kullanmak demektir.

Şu hâlde medeniyet, bütün insanları rûh, düşünce ve beden bakımlarından râhat yaşatmaktır. Görüldüğü gibi medeniyet, yalnız ilim ve fen demek değildir. İlim ve fen, medeniyyet için, ancak birer âlet, birer vâsıtadır. Büyük âlim İmâm-ı Rabbânî (rahmetullâhi aleyh) de bu konuda demektedir ki:

İlimde, fende çok ileri olan milletlere, fen vâsıtalarını ne yolda kullandıklarını incelemeden, “medenî” demek doğru değildir,  hattâ büyük gaflettir ve pek yanlıştır.

Bütün dünyâ târihi vahşetle dolu. Ama bizim târihimiz şân ve şereflerle; adâlet, hakkâniyet ve insanlık örnekleriyle; ahlâk, fazîlet ve medeniyet misâlleriyle doludur.

Netîce olarak belirtelim ki:

Eğitimde işin esâsı, hem kendisine faydalı, hem de âilesine, milletine, vatanına ve devletine, hattâ bütün İslâm âlemine ve tüm insanlık âlemine faydalı birer unsur meydana getirmektir. Bu da, iyi bir eğitim ile mümkün olabilir.

Bu bakımdan geleceğimizin te’mînâtı olan gençlerimizi, millî, ma’nevî ve kültürel değerlere uygun yetiştirmek, anne-baba, dede-nene, eğitimci, resmî, askerî ve sivil kuruluşlar, üniversiteler, medya ve topyekûn toplum olarak hepimizin görevidir.


DEVLET-İ ALİYYE-Yİ OSMÂNİYYE


Balkanlar

 

Devlet

Dönemi

Toplam Süre

O dönemdeki adı


Türkiye

1299-1922

623 yıl

Anadolu/Karaman/Sivas vs.


Bulgaristan

1363-1878/1908

515/545 yıl

Sofya Vilayeti, Tuna Vilayeti, Şarkî Rumeli Vilayeti


Makedonya

1371-1913

542 yıl

Manastır Vilayeti


Yunanistan

1393/1456/1460-1830/1913

370/437/520 yıl

Mora-Teselya


Sırbistan

1459-1878

419 yıl

Belgrad Paşalığı, Niş Vilayeti


Karadağ (devlet)

1479-1878

399 yıl

Karadağ Kazası, İşkodra Vilayeti, Yenipazar Sancağı


Bosna-Hersek

1463-1878/1908

415/445 yıl

Bosna Vilayeti, Hersek Vilayeti


Hırvatistan

1540-1687

147 yıl

Bosna Vilayeti, Kanije Vilayeti


Kosova

1389-1913

524 yıl

Kosova Vilayeti


Romanya

1394/1538/1541-1878

484/340/337 yıl

Eflak Voyvodalığı, Boğdan Voyvodalığı, Erdel Voyvodalığı


Moldova

1538-1812

274 yıl

Besarabya


Ukrayna

1478-1774

296 yıl

Kırım Hanlığı, Podolya, Kazak Hatmanlığı, Özi Vilayeti


Macaristan

1526-1686/1718

160/192 yıl

Budin Paşalığı, Kanije Vilayeti, Eğri Vilayeti, Temeşvar Vilayeti


Slovakya

1663-1685

22 yıl

Uyvar Vilayeti, Orta Macar Krallığı


Voyvodina

1526-1718

192 yıl

Temeşvar Vilayeti


Arnavutluk

1468-1913

445 yıl

İşkodra Vilayeti, Kosova Vilayeti, Yanya Vilayeti


Kafkasya

 

Devlet

Dönemi

Toplam Süre

O dönemki adı


Gürcistan

1480-1829/1878

349/398 yıl

Çıldır Eyaleti, Abhaz Memleketi, Açıkbaş Hanlığı


Ermenistan

1553-1555, 1578-1605, 1724-1736

41 yıl

Revan Vilayeti


Azerbaycan

1578-1604, 1917-1918

27 yıl

Şirvan


Rusya (Kafkasya)

1475-1739, 1918

265 yıl

Dağıstan, Kabartay [1]


Ortadoğu

 

Devlet

Dönemi

Toplam Süre

O dönemki adı


Irak

1534-1918

384 yıl

Musul, Bağdat, Basra


Suriye

1516-1918

402 yıl

Halep Vilayeti, Şam Vilayeti


Ürdün

1516-1918

402 yıl

Şam Vilayeti


İsrail

1516-1918

402 yıl

Kudüs-i Şerif Mutasarrıflığı


Lübnan

1516-1918

402 yıl

Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığı


Filistin

1516-1917

401 yıl

Kudüs-i Şerif Mutasarrıflığı


Kuveyt

1546-1914

368 yıl

Kuveyt Kazası


Suudi Arabistan

1518-1803/1811-1919

393 yıl

Mekke Şerifliği, Al-Ahsâ Vilayeti, Necit Kazası


Katar

1871-1913

42 yıl

Katar Kazası


Bahreyn

1552-1559

7 yıl

Bahreyn Emirliği


Yemen

1538-1635/1869-1918

146 yıl

Yemen Vilayeti


Umman[2]

1551-1552/1581-1588

8 yıl

Maskat


Batı İran

1585-1603/1635-1639/1724-1730

28 yıl

Azerbaycan/Luristan/Irak-ı Acem


KKTC

1571-1878/1914

307/343 yıl

Kıbrıs


Kıbrıs Cumhuriyeti

1571-1878/1914

307/343 yıl

Kıbrıs


Afrika

 

Devlet

Dönemi

Toplam Süre

O dönemki adı


Mısır

1517-1882/1914

365/397 yıl

Mısır


Libya

1551-1912

361 yıl

Trablusgarp-Bingazi-Fizan


Cezayir

1517-1830, 1885-1911

313/339 yıl

Cezayir, Fizan Kazası


Tunus

1512-1535/1574-1881

307/330 yıl

Tunus


Sudan

1517-1882/1914

365/397 yıl

Nübye, Darfur, Kordofan, Bahr-ül Gazel


Eritre

1555-1885

330 yıl

Habeş Eyaleti


Cibuti

1555-1884

329 yıl

Habeş Eyaleti


Somali

1555-1916

361 yıl

Habeş eyaleti/Zeyla Kazası


Fas[3][4][5][6]

1554, 1576-1578

3 yıl

Fas Sultanlığı


Doğu Fas

1517-1830

313 yıl

Cezayir Paşalığı


Doğu Etyopya[7]

1875-1882

7 yıl

Harar Emirliği


Nijer[8][9]

1875-1906

31 yıl

Fizan Sancağı/Kavar Kazası


Çad[10][11]

1875-1912

37 yıl

Fizan Sancağı/Reşade Kazası


Kenya[12][13][14][15]

1584-1589

5 yıl

Mombasa


Uganda[16]

1872-1882

10 yıl

Hatt-ı Üstüva Vilayeti


Başbakanlık Devlet Arşivleri Arşivisti Gazanfer Şâhîn’in, “Târihte Hoşgörü Tatbîkâtımız” başlığıyla bana gönderdiği mailinde de ifâde ettiği gibi:

“Türkler ve Müslümânlar “fetih” usûlünce şehirleri kuşatınca, “teblîğ” esâsına göre davranırlardı. Önce teslîm olup İslâmiyeti kabûl etmeleri istenirdi. İslâmiyeti reddedince, “sulh” yolu ile anlaşılmaya çalışılırdı. Savaş en son başvurulan usûldü. Savaş devâm ederken de önceki teklîfler cârî olup, geçerli idi. Barışa, dostluğa her zaman açıktık. Düşmân dahi olsa, sulh yolu ile anlaşma imkânı her zaman mevcuttu.

Sulh yapılıp barış gerçekleşince; anlaşma ile feth edilen şehirlerdeki Rûm, Ermeni ve diğer milletlerden hıristiyânlar, gayr-i müslimler “müslümân” olurlar ise “kardeşimiz”; olmazlar ise, “cizye”, “haraç”, vermek sûretiyle eski mekânlarında “ikâmet”e devâm ederlerdi. Şehri terk edip, çıkmalarına müsâade edildiğinde de, cân, mâl ve ırzlarına dokunulmazdı.

Fethedilen topraklarda hâlâ gayr-i Türk ve gayr-i müslimlerin, İslâm memleketlerinde ikâmetlerinde cân, mâl, ırz emniyeti; “baş vergisi: cizye” ile “arâzî vergisi: haraç” ödemeleri karşılığında sağlanıyordu. Bu vergiler korunmaları müddetince alınırdı. Gayr-i müslimlerin “emniyet”i tehlikeye düşünce ve korunamayacakları zaman “iâde” edilirdi.

Halîfenin da’veti üzerine “emîr”in vergi iâdesi teklîfi karşısında, hıristiyânların topluca İslâmiyeti kabûlü târihî bir gerçektir. Vergi iâdesi alınmadığı gerçeği yanında Türk'ün “sadr genişliği” karşısında seve seve, kendi rızâsı ile kabûl edip müslümân olan pek çok kimsenin torunları ile asırlardır birlikte yaşıyoruz.

İslâm Fıkhı gereği, vergisini veren Rûm, Ermeni, Yahûdî ve diğer gayr-i müslimlerin ülkemizde, bizimle “birlikteliği” sâdece müsâmaha / tolerans / hoşgörü gereği olmayıp bilakis “hukûkî”dir. Fıkıh, İslâm ülkesinde yaşayan herkesin statüsünü “İlâhî adâlet” üzere tertipleyip düzenler. Hıristiyân ve yahûdî dînlerindeki vatandaşlarla birlikteliğimiz, onlara “İslâm Hukuku” çerçevesinde tanınan bir haktır. Bu da vergisini ödediği, hukûka riâyet ettiği müddetçe devâm eder. Aksi takdirde “hânedân âzâsı” dahi olsa, gereği yapılırdı.”

…………………………………………………………………………….


TÜRK MİLLETİNİN BAZI ZAFERLERİ

Gerek “Mukaddes İslâm” târihinde, gerekse şanlı “Türk Milleti”nin târihinde, târihe altın harflerle yazılmış pekçok “ZAFER” vardır.

Bilindiği gibi “ZAFER”“Savaşta kazanılan başarı; düşmanın bozguna uğratılması” demektir. Yarın inşâallah misâl olarak bazı zaferleri zikredeceğiz.

Peşînen belirtelim ki, bu zaferlerdeki başarının sırrı, müslümânların “ölürsem şehîd, kalırsam gâzî” düstûruyla hareket etmeleridir.

Müslümânları, asırlar boyu, harp meydânlarında zaferden zafere koşturan biricik arzû, âhirette şehîdlere verilecek sonsuz ni’metlere îmân etmeleri ve bunlara kavuşmak için cân atmalarıdır. Dünyânın fânîliğine, âhirette Cennetin ve ni’metlerinin sonsuzluğuna yakîn derecede îmân eden müslümânlar, şehîd olmaktan büyük bir haz, zevk duymuşlardır. Harp meydânlarında kahramânca dövüşen ve düşmândan yılmayan müslümân askerler, şehîd olmak arzûsuyla yanıp tutuşmuşlar ve düşmândan aslâ yüz çevirmemişlerdir.

Bütün kâmil müslümânların samîmî bir şekilde arzû ettiği şehîdlik mertebesinin fazîleti, yüceliği hakkında pekçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf vardır.

Türk milletinin zaferleri, onların istikbâline çeşitli yönler vermiştir. Her zaferin ayrı bir neticesi vardır: Meselâ [751 Temmuz’unda Çinlilere karşı kazanılan] “Talas Zaferi”, Türklerin müslümânlarla tanışması; [26 Ağustos 1071’de Bizanslılara karşı kazanılan] “Malazgirt Zaferi”, Türklere Anadolu kapılarını açması ve [1922’de Yunanlılara karşı kazanılan] “30 Ağustos Zaferi” de, Türkiye’nin kurtarılması gibi husûsiyetleri taşır.

Türklerin kazandığı en önemli zaferlerden bazıları şunlardır:

Miryakefalon Zaferi, 17 Eylül 1176’da Bizanslılara,

Hattin Zaferi, 3 Temmuz 1187’de Haçlılara,

Ayn-ı Câlût Zaferi, 3 Eylül 1260’ta Moğollara,

Koyunhisâr Zaferi, 27 Temmuz 1301’de Bizanslılara,

Sırpsındığı Zaferi, 1363 yılında Haçlı ittifâkına,

Çirmen Zaferi, 26 Eylül 1371’de Balkan ittifâkına,

Birinci Kosova Zaferi, 9 Ağustos 1386’da Haçlı ittifâkına,

Niğbolu Zaferi, 25 Eylül 1396’da Haçlı ittifâkına,

Varna Zaferi, 10 Kasım 1444’te müttefik Haçlılara,

İstanbul’un Fethi, 29 Mayıs 1453’te Bizanslılara,

Otlukbeli Zaferi, 11 Ağustos 1473’te Akkoyunlulara,

Çaldıran Zaferi, 23 Ağustos 1514’te Safevîlere,

Mercidâbık Zaferi, 24 Ağustos 1516’da Memlûklere,

Ridâniye Zaferi, 22 Ocak 1517’de Memlûklere,

Mohaç Zaferi, 29 Ağustos 1526’da Macarlara,

Preveze Deniz Zaferi, 27 Eylül 1538’de müttefik Haçlı donanmasına,

Cerbe Zaferi, 14 Mayıs 1560’ta müttefik Haçlı donanmasına,

Haçova Zaferi, 26 Ekim 1596’da Haçlı kuvvetlerine,

Vadiüs-Seyl Zaferi, 4 Ağustos 1578’de Portekizlilere,

Çıldır Zaferi, 9 Ağustos 1578’de Safevîlere,

Koyunadaları Zaferi, 18 Şubat 1695’te Venediklilere karşı kazanıldı.

Çanakkale Zaferi, 18 Mart 1915’te müttefik İ’tilâf Devletlerine karşı kazanıldı.

Sakarya Meydan Muhârebesi de, 13 Eylül 1921’de Yunanlılara karşı kazanıldı.

[Bunları daha fazla çoğaltmıyalım; çünkü bizim için, yüzlercesi arasından seçerek zikrettiğimiz bu misâller, konuyu yeteri kadar anlatmaya kâfîdir.]



İSLÂMİYET; “MEDENİYYET SÂHİBİ TOPLUM” MEYDÂNA GELMESİNİ İSTEMEKTEDİR

İslâmiyet; “medenî insan” ve “medeniyyet sâhibi toplum” meydâna gelmesi için, insanlara lâzım olan îmân ve ibâdetleri; iş, ahlâk ve cemiyet hayâtında uyulması gereken her şeyi bildirmiştir.

Bunlar; Allahü teâlânın bildirdiği, Hz. Peygamber Muhammed aleyhisselâmın öğrettiği, Eshâb-ı kirâmın naklettikleri ve İslâm âlimlerinin de açıkladıkları hususlardır.

İnsanlığın bugün bunaldığı, çözmekte sıkıntıya düştüğü her şeyin çözüm ve çâresi bunların içinde vardır. Bugün çok perişan hâlde olan insanlığın kurtuluşu için, bunlardan istifâde etmelidir. 

Marcel A. Boisard isimli bir Fransız, “L’Humanisma de l’Islam” adlı eserinde:

“...Târihte ilk defâ insana sosyal, rûhî, siyâsî, ahlâkî, hukûkî değerlerini en iyi şekilde veren, bu anlayışla büyük bir medeniyet ve eşsiz bir kültür meydana getiren İslâmdır...” demektedir.

Gerçekten de insanlık, insana kıymet vermeyi İslâmiyet’ten öğrenmiştir. Başka kültürlerde insana acımasızca davranılırken, ona en âdil muâmele tarzını İslâmiyet getirmiştir. İslâmiyet, başkasına zarar vermek şöyle dursun, insanların kalbini kırmaktan bile çok şiddetle men etmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz; “Bir mü’minin kalbini kırmak, yetmiş defâ Kâbe’yi yıkmaktan daha şiddetlidir” buyurmaktadır. Peki bu sadece mü’minlerle, müslümanlarla mı kayıtlıdır? Elbette ki hayır.

İslâmiyet, İslâm devletinin vatandaşı olan gayr-i müslime de adâletle muâmeleyi emreder; zulüm ve haksızlığı yasaklar. Sevgili Peygamberimiz; “Kim bir zimmîye (gayr-i müslim vatandaşa) zulmeder veya taşıyamayacağı bir yükü yüklerse, ben o kimsenin hasmıyım” buyurur.

İslâmî ilimlerden tasavvufun konusu da, insanları bu rûh olgunluğuna kavuşturmaktır. Peygamberimizin vârisi durumunda olan, “Ulemâ ve Evliyâ” denilen, Allahü tealânın sevdiği kullar, hayâtları boyunca, insanları bu ve daha pek çok rûhî olgunluklara eriştirmek için çalışmışlardır.


Şimdi burada, “RUMELİ VE BALKANLARA DÂİR” bir şiiri yazalım: Şiirin başlığı: “İMPARATORLUĞA MERSİYE”. Bu şiiri okuyunca, “BU MİLLET NEDEN AĞLAR?” Bunu anlamış olacağız:


Bin yıl oldu toprağına basalı

Hayli oldu kılıçları asalı.

Bülbüllerin onun için tasalı,

Sazlar kırık, ayar tutmaz telleri,

Biz n’eyledik o koskoca elleri?!.

Yol görünür, hakan emir verirdi.

Dalga dalga ordularım yürürdü,

Hamlemizden dağlar, taşlar erirdi.

Doludizgin aştık nice belleri,

Biz n’eyledik o koskoca elleri?!.

Yıldız doğar, tâlihimiz belirir,

Sabah olur, ulûfeler verilir,

Bir seferde dört kırallık serilir,

Al al ettik, kara kara tülleri,

Biz n’eyledik o koskoca elleri?!.

Ferman çıkar, dalkılıçlar takılır,

Meydanlarda Rabb’e duâ okunur,

Gölgemizden bütün cihan sakınır,

Andırırdık coşkun akan selleri,

Biz n’eyledik o koskoca elleri?!.

Kosovalar, Plevneler bizsizdir,

Yosun tutmuş câmileri ıssızdır.

Boynu bükük minâreler öksüzdür.

Açmaz olmuş kızanlığın gülleri,

Biz n’eyledik o koskoca elleri?!.

Hâli görür, geleceği sezerdik!

Bir zamanlar ki Vistül’de gezerdik!

Haritayı biz kendimiz çizerdik!

Fethederdik deryaları, çölleri,

Biz n’eyledik o koskoca elleri?!.

Rodopların ak başları yaslıdır.

Serdengeçti, gönlün artık usludur,

Rüzgarları bile mâtem seslidir.

Zafer, zafer der eserdi yelleri,

Biz n’eyledik o koskoca elleri?!.

[OSMAN YÜKSEL SERDENGEÇTİ]


BEN OSMANLIYIM

Din­le evlât! Sa­na bir çift söy­le­ne­cek sö­züm var:

Be­ni bil­mek is­ter isen Hak­ka bağ­lı özüm var.

Nes­lim ba­na büh­tan et­miş, yü­re­ğim­de sı­zım var...

Bu say­fa­lar ta­nır be­ni, ha bu ki­tap­lar ta­nır;

Şan­lı ta­rih di­le gel­se, bü­tün dün­ya uta­nır! 

İlim, ir­fan, me­de­ni­yet yay­mak için bü­yü­düm,

Ku­ru kav­ga için de­ğil, hiz­met için yü­rü­düm.

Bir kü­çü­cük bey­lik idim, üç kı­ta­yı bü­rü­düm!

Bu te­pe­ler ta­nır be­ni, ha bu ufuk­lar ta­nır;

Şark­dan gü­neş doğ­du­ğun­da, göl­gem gar­ba uza­nır.. 

Maz­lum­la­rın göz­ya­şı­nı şef­kat ile sil­mi­şim,

Va­tan, namus, din ve dev­let kıy­me­ti­ni bil­mi­şim,

Ir­zı­ma göz di­ken­le­rin hak­la­rın­dan gel­mi­şim!

Bu hi­sar­lar ta­nır be­ni, ha bu kal'alar ta­nır,

Nal se­si­mi işi­ten­ler, kı­ya­met kop­tu sa­nır!..

                           [HANEFİ SÖZTUTAN]

 

Okunma 5042 defa
Prof Dr Ramazan AYVALLI

M.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

Yorum eklemek için giriş yapın