Dolayısıyla dışarıdan bakan açısından tablo netti: Gezi Parkı-Taksim olayları, Ehl-i kıble ile karşıtlarının mücadelesi olarak görüldü. Denilebilir ki; Türkiye toplumunun ekseriyeti açısından da durum bu şekilde algılandı. Bir tarafta sol-sosyalistler, ulusalcılar, Kemalistler, aleviler, liberaller öbür tarafta ise kendini Müslüman olarak tanımlayanlar. Ama gelin görün ki bu tabloda bazı farklılıklar da vardı. Gezi Parkı eylemlerine destek verenler arasında kimi dindar aile çocukları, başörtülü kızlar, dindar-muhafazakâr çevrelerde yer alan bazı yazarlar da oldu. Hatta örgütlü isimlendirme ile ortak açıklama yapıp eylemcilerin safında yer aldıklarını ortaya koydular. İfsad ve sapmada tercihini çok evvelden yapmış İhsan Eliaçık ve avenesinin militanca eylemlerde yer alması ise çok da şaşırtıcı bulunmadı. Sadece Eliaçık’ın bu iktidar hırs ve arzusunun onu Turan Dursun, Zekeriya Beyaz, Yaşar Nuri Öztürk denkleminde nereye götüreceği merak ediliyor. Gezi cephesinde ön saflarda laik mücahit olarak verdiği mücadelenin karşılığı olarak bir sonraki seçimde CHP’den milletvekilliği teklifi bile alabileceği konuşuluyor.
Bugün Eliaçık ve avenesinin Gezi Parkı eylemlerindeki rolünden dolayı İslamcı camiada kendilerine yönelik bir nefret söz konusu. Oysa Eliaçık değişmedi. Üç sene önce de yine merkez medya tarafından öne çıkarılmış ve bazı söylem ve eylemleriyle hükümetin yıpratılması hedeflenmişti. Yaptığı işin daha tehlikeli boyutu ise dinin asıllarıyla oynaması, Kur’an’a sıradan bir metin muamelesi yapması, mütevatir sünneti aşağılaması, yok sayması, cennet-cehennem ve ahiret tasavvuruyla alakalı yanlış söylemleri idi. Ne yazık ki, bazı çevreler Eliaçık’ın bu olumsuz durumuna rağmen vakıf, dernek ve yayın organlarında ısrarla kendisine yer verdiler, konuşmacı olarak davet ettiler. İslami çevrelerdeki bu yanlış tavırlar en başta iki nedenden kaynaklanıyor. Birincisi, camiaların önde gelenlerinin fikirle, düşünceyle, kitapla ilişkiyi pek sevmeyen konumlarıdır. Bir düşüncenin nasıl bir arka plan içerdiği, hangi zihin ne tür sonuçlar verir, fikrin çok boyutlu sonuçları üzerinde durma gibi bir dertleri yoktur çoğu zaman. Anlatılanlar eski zaman hikâyeleridir; şurada böyle yapardık, burada şöyle yapardıktan öteye geçmez. Fikir ciddiye alınmadığı için Eliaçık gibi sapmış kişilerin paylaştıkları da “varsın o da öyle düşünsün” sözüyle geçiştirilir. Zaten bu oluşumlarda fikri birliktelik ve netlik kitleselleşmenin önünde engel olarak görüldüğü için pek de tercih edilmez. İkinci neden ise İslami camiada eleştiri kültürünün zayıflığıdır. Eleştiriden, eleştirilmekten hoşlanmayanların oluşturduğu kültürel iklimde herkes “aklına” geleni çok rahatlıkla söyleyebilmekte. Kimse ile ilişkimiz bozulmasın, onu da idare edelim kaygısıyla tam bir oportünist gibi davranılmakta. Tehlike kapıyı kırıp içeri girdiğinde ise panik içerisinde hainlerin tespiti çalışmasına girilmekte. Oysa İslami terbiyeye uygun eleştiriyi adeta varoluşuna yönelik bir tehdit olarak algılama yanlışlığının acilen terk edilmesi gerekiyor.
Beyaz Giyer Kış Günü
Gezi Parkı eylemlerine katılan ya da yazılarıyla bu eylemleri destekleyen “İslamcı yazarlar” meselesi Müslümanların kadim sorunlarından birinin gündemleşmesine de vesile oldu. Emek ve Adalet Platformu adı altında sol-sosyalist öykünmesi, liberallikten bozma birlikteliğin Gezi Parkı olaylarıyla ilgili olarak üstelik 16 gün sonra yayınladığı bildiri camiada genel olarak ciddi eleştiri ve köklü bir itirazla karşılandı.
Söz konusu bildirinin ana fikri “Henüz 28 Şubat darbecilerinin yaptıkları hafızalarda çok tazeyken ve yapılan zulümlerin hesabı sorulmamışken, mazlumların sesi olma iddiasıyla iktidara gelen bir partinin benzer bir hoyratlıkla davranması, hukuksuzluğun yeni ellerde devam ettiğinin göstergesidir. Bu nedenle son on altı gündür yaşanan gerilimlerin esas müsebbibi; halkı dikkate almadan şehri dönüştürmeye kalkışanlar ve polis şiddetinin kontrolsüz kullanılmasını emredenlerdir.” paragrafında dile getiriliyor.
Ali Bulaç, Mehmet Bekaroğlu, Ayhan Bilgen, Yıldız Ramazanoğlu, Cihan Aktaş, Ümit Aktaş, Cüneyt Sarıyaşar, Abdülaziz Tantik, Osman Bostan, Ahmet Faruk Ünsal ve Fatma Bostan Ünsal Yasemin Çoban, Fatma Akdokur, Bülent Deniz, Mehmet Efe, Alper Gencer, Ömer Faruk Gergerlioğlu, Hüda Kaya, Cihangir İslam, Ali Öner gibi memleketimizin mümtaz münevverlerinin imzaladığı bu bildiri Türkiye’de İslamcı aydın ne işe yarar sorusuna cevap olarak hazırlanmıştır. İmzacı şahısların ne kadar İslamcı olduğu, neyi temsil ettiği meselesini bir kenara bırakalım. Varsayalım ki ultra İslamcı olsunlar ama öncelikle biz bildiriye bakalım. Bildirideki solculara ait İHD şubesinde hazırlanmış havası o kadar baskın ki şaşırmamak mümkün değil. Çünkü onların yazdığı bildirilerden çok da farklı değil. Enteresan bir biçimde bildiri çok hoş bir latife ile başlıyor. “Şehrin merkezinde bulunan, şimdiye dek ancak yoksulların altında barındığı ağaçları korumaya çalışan insanlar…” Allah Allah! Neresiymiş acaba burası! Şu Gezi Parkı! Bilmeyen de zannedecek Nusreti Baba Dergâhı’ndan bahsediliyor. İslamcı aydınların bildirisi daha baştan her türlü melanetin işlendiği mekânın çarpıtılarak adeta bir yetimler yurdu, kimsesizlerin sığınağı gibi sunulmasıyla başlıyor.
Her eylemin “polisin şiddetiyle bastırılması alışkanlığının insanları daralttığı ve hiç görmediğimiz yaygınlıkta kendiliğinden birleşen bir muhalefet bloğu yeni bir muhalefet tarzıyla kendini açığa vurdu.” denilerek ajitasyon startı veriliyor. Bu bildiriye egemen olan zihin açıkça da belirttikleri gibi iktidardaki partinin toplumsal ve siyasi meşruiyetine, icraatlarına inanmıyor, onların ülkeyi neo-liberal politikaların kucağına ittiğini, her yeri rant aracına çevirdiğini, muhalifleri baskı politikalarıyla sindirdiği, hükümetin icraatlarına karşı meşru ve ciddi bir toplumsal muhalefetin olduğu, memleketin en temel meselelerinin, Kürt sorunu, Alevilik meselesi gibi konularda adım atmadığı dile getiriliyor. Dikkat edilirse Müslümanların talepleri konusunda bir dertleri yoktur. Ülkenin Kemalist, darbeci unsurlardan tamamen temizlendiği varsayılıyor. Onun içindir ki, AK Parti’nin tam muktedir olduğu varsayılarak bütün eleştiriler ona yöneltiliyor.
Yedi Uyanıklar ve Dünyanın Merkezi
Bildiriye imza atanların kimliğine bakıldığında bazılarının uzun bir süredir sol-sosyalist unsurlarla tam bir birliktelik içerisine girdikleri, hayatı, eşyayı sol-sosyalist perspektifle yorumladıkları görülecektir. Bir kısmının ise örtülü İrancı kimliklerinden dolayı daha sinsi bir şekilde hükümet karşıtı söylem ve eylemlerde bulundukları anlaşılmakta. Bazıları ise AK Parti iktidarı yüz vermediğinden dolayı sürekli olarak imza atılacak metin arayışı içerisinde olurlar. İrancı kimlik ve tavırlarından dolayı AK Parti karşıtı olanların imzası da olmazsa olmazdı. Eşi, kızı, oğlu hep birlikte imza atma ise komediye cümbür cemaat katılma azmi ve iradesi taşıyor herhalde? Meğer ne kadar çok yazar olma, aydın olma heveslisi varmış camiamızda! Maşaallah eline bir kalem ya da klavye alan beş cümleyi yan yana getirme becerisi gösterdiğinde aydın; alt alta yazdığında ise şair oluveriyor. Olayın takva, ahlak, İslami şahsiyet boyutuna zaten hiç girmeye gerek yok. Çünkü bu kriterler bazıları için hiç ama hiçbir şey ifade etmiyor. Peki, yazarlık, entelektüellik açısından bakalım. Hani bir sahne vardır; zenginin yediğinin artığına bakan, ellerini ovuşturmuş dört gözle o artığı fırlatma anını bekleyen üstü başı perişan adam vardır. Kendilerine İslamcı aydın, yazar, entelektüel sıfatını layık görenlerin çoğunun durumu buna benziyor. Kendi azıkları, bilgileri, donanımlarının zayıflığıyla birlikte ne bir usulleri, ne de nereden bakmalarını sağlayacak bir perspektifleri vardır. Ve hepsinden de öte Müslümanlarla birlikte olmak, tek saf halinde bir cemaat olmak, bir mücadelenin içerisinde olmak gibi bir dertleri yoktur. Ancak liberalin, sol-sosyalistin gölgesinde mutlu ve müreffeh bir kavganın içerisinde olurlar.
Yukarıda bir kısmını alıntıladığımız bildirinin neresini ele alalım. Hangi bir saptırmasını ortaya koyalım? Bu nasıl bir Türkiye tahlili; on yıllık değişim-dönüşüm süreci bu şekilde mi ortaya konulur? Meclis’teki herhangi bir muhalefet partisi bile daha insaflı ve gerçekçi tahlil yapar. Bildiride yazılanlar Marksist-Leninist örgütlerin “devrim” uğruna gerçekleri tersyüz etme, üç beş taraftarına hayatı olduğundan farklı yansıtma, gaz verme taktiğine benziyor. Gezi olaylarının aktarımı ise başka bir facia. Bu bildiriye taammüden imza atanların şehadetlerine nasıl güvenilebilinir? “Son on altı gündür yaşanan gerilimlerin esas müsebbibi; halkı dikkate almadan şehri dönüştürmeye kalkışanlar ve polis şiddetinin kontrolsüz kullanılmasını emredenlerdir.” demekten kendilerini alamayanlar nasıl bir hınç ve gözü dönmüşlük içerisindeler ki Vandallık tarihine altın harflerle adını yazdıran Taksim-Gezi Parkı faşizmini görmezlikten gelirler.
Katil, Maktul Pozunda Gezerken
Günlerce insanlara yalandan başka ne söylendi? Yaşananları Jean Baudrillard’a ait simülasyon teorisi güzel özetliyor. Simülasyonu "gerçeğe ait tüm göstergeleri ele geçirmiş ve gerçeğin yerine geçmiş sahte" olarak niteler. Sol-sosyalist unsurların amaca giden yolda her aracı meşru gören kabulleri ajitasyon ve propagandayı alabildiğince ahlaksızca kullanmalarına yol açıyor. Bunu üniversitedeki basit bir öğrenci kavgasının kamuoyuna yansıtılma biçiminden Reyhanlı saldırısına, okuldaki mescit haberinden Taksim Gezi Parkı’na kadar bütün olaylarda görmek mümkün. Markist-Leninist gelenekten gelmeyen bir Müslüman’ın ajitasyon ve propagandanın ne demek olduğunu anlaması çok zor. İslam’daki tebliğ ve davetle karıştırmak ise hakla batılı birbirine karıştırmak gibidir. Siyasal-sosyal bütün hadiseleri el çabukluğu marifetiyle baş aşağı konumuna getiren sol-sosyalist gelenek medyadaki unsurları ve ulusalcı-Kemalist unsurlarla kurduğu tarihsel ittifak ve kültürel akrabalık sayesinde söylem hegemonyasını kurabilmekte. Dolayısıyla dün ve bugün yaşanmış bütün olaylar sol-sosyalist söylemin oluşturduğu “resmi tarih” çerçevesinde değerlendirmeye tabi tutulur. 1977’deki 1 Mayıs olayları sonrasında oluşturulan simülasyona sol gelenekten gelen Halil Berktay’ın itirazlarına gösterilen tepkiyi hatırlayalım. Ya da 1993’deki Sivas olayları üzerine kurulan hegemonyaya bakalım. İslami camia içerisinde yer alan bazı yazar-çizerler söylemin ağırlığı altında ezilerek gerçeklere ihanet ederek ve mazlum durumundaki Müslümanların hukukunu çiğneyerek özür talebinde bulunabiliyor.
Leninist taktik-stratejinin çok başarılı uygulandığını görüyoruz. Muhatap güçlere saldırma, çatışma çıkararak ilerleme, buna mukabil ajitasyon ve propaganda üstünlüğüyle kendisini mağdur ve saldırıya uğramış gösterme becerisi. Bunu birçok olayda görebiliyoruz. Nitekim en son yaşanan Reyhanlı saldırısını, bombalamaları bu çevrelere ait örgütler gerçekleştirdi. Ama olayın hemen ertesinde Reyhanlı başta olmak üzere birçok şehirde bugünkü aynı çevreler sokaklara döküldüler. Başta Suriyeli muhacir kardeşlerimiz olmak üzere birçok kişiye saldırı içerikli provakatif eylemlerde bulundular. Eylemi yapan “katil” nasıl bir ahlak ve kişiliğe sahipse hemencecik “maktul” rolüne girebiliyor. Çoğu zaman bu numaraları da İslamcı diye bilinen yazar-çizerler yiyebiliyor. Siyasal-sosyal hadiselere anlaşılmaz bir kompleksle liberal ya da sol perspektiften bakan ama kendine de İslamcı aydın diyen bir vasat var. Bu iklim değişmediği müddetçe daha çok bu aydın havası Müslüman mahalleyi kirletecek.
Bana Solcular, Ulusalcılar Şiddet İşliyor Dedirtemezsiniz!
Gezi Parkı eylemlerinin savunucuları dahi polis şiddetinden bahsederken ilk gün vurgusu yaparken bu nasıl bir militan ruhtur ki, sol-sosyalistler paklanıp, şiddet görüntüsü çarpıtılmaya çalışılır? Gezi Parkı olayının ilk dakikasından itibaren ajitasyon ve propaganda ustalığı marifetiyle neredeyse tartışılmayacak, itiraz edilmeyecek vahşi polis şiddeti söylemini tahkim ettiler. Ve herkes ilk dakikadan itibaren “Ama o ilk gün ki polisin aşırı güç kullanımı da yanlıştı.” cümlesini kurmadan konuşamaz oldu adeta. Nerede, nasıl, ne şekilde sorularını sormak gereksiz idi. Çünkü her şey çok açık idi! Sol-sosyalistler ve liberaller tarafından söylem vandalizmi kuruluverdi bir anda. Polis şiddetinin ne demek olduğunu bilen, insanların toplantı, gösteri ve yürüyüş yapma hakkını savunan Müslümanlar olarak yıllarca hukukdışı baskılara karşı çıktık ve çıkmaya da devam ediyoruz. Muhalif İslami kimliğimiz karşı safta gördüğümüz, yıllarca eylemlerde karşı karşıya geldiğimiz insanlara da haksızlık yapılmasına itiraz eder.
28 Şubat darbe sürecinde, imam-hatip eylemleri, başörtüsü yasağı protestoları, İsrail’le ittifak anlaşmaları protestoları, Afganistan’ın işgali protestoları başta olmak üzere bütün eylemlerde polis şiddetinin ne olduğunu gayet iyi bilir Müslümanlar. Beyazıt Camii’nde Cuma namazı eylemlerinde cop yemeyen Müslüman’ın namazında sakıtlık endişesi oluşurdu. Denilebilir ki, AK Parti iktidarıyla birlikte toplantı-gösteri yürüyüşleriyle ilgili olarak birçok ilerleme kat edildi; artık polis cop kullanmıyor, şiddet uygulamıyor, yerine gaz ve tazyikli su kullanıyor. Abartmanın anlamı yok! Sol-sosyalistler abartabilir ama Müslümanlar yapamaz, yapmamalıdır. Geçmişte Emniyet’te sistematik işkencenin, Filistin askısının, elektrik, falaka, cola şişesi-cam kırığı, soğuk odada bayıltana kadar su sıkma, kaba dayaklı günlerden nereye geldik? Gezi olaylarıyla ilgili gözaltına alınan SDP’liler kendilerinin gözaltında iradeleri dışında tükürük numunelerinin alınmasından başka örnek veremiyorlar.
Yıllarca işkence ve kötü muamele ortadan kalksın diye mücadele edildi. Kalktığı zaman da hala varmış gibi davranmak ahlaki değildir. Gezi Parkı’nda polis hiç yanlış yapmadı demiyoruz. Elbette ki orantısız güç kullanımı var. Ama bu Cihangir sakinleri ve hayatlarında doğru düzgün cop yememiş kişilerin aktardığı boyutta değil. Sol-sosyalist ve ulusalcı örgütler ise olayı kullanabilme, büyütme ve iktidar karşıtlığında merkezileştirme gücüne bakar meselenin. Bütün argüman ve söylemler bunun üzerine boca edildi. Oysa yapılanlar, edilenler bir iktidarı ele geçirme taktiği olarak sokak savaşının denenmesi idi. Bu rüyaya sol-sosyalistler çabuk inandı. Birkaç barikat ve basit komün ile devrimin gerçekleşeceğini zannettiler. Devrimi gerçekleştirecek öncü güçler Başbakanlık ofisini ele geçirmek üzere saldırıya geçiyor. Bu arada yol üstünde Bezmialem Valide Sultan Camii’ni kirletiyorlar. Başbakanlık ofisini ele geçirmeyi engellemek için polis su ve gaz sıktığında ise şiddet oluyor. Göstericiler ise molotof kokteyllerini herhalde gül diye sağa sola fırlatıyor, yol üstündeki bütün kaldırım taşlarını belediyenin taşeron firmasıyla anlaşmışçasına söküp ortalığı kırıp döküyorlar. Her biri Carlos Marighella'nin Şehir Gerillası adeta. Günlerce şiddet uygula, her türlü Vandallık görüntüsünü sergile, sonra da gerçeği ters yüz et! Ve güya İslamcı birileri de olayın üzerinden 16 gün geçtikten sonra metnin esasında hükümetin ve polis şiddetinin olduğu, Beyaz Türklerin şiddetinin küçültüldüğü bildiriyle bizleri muhatap etsinler. Pes doğrusu! Bu nasıl bir kompleks ve eziklik?
Gezi Parkı Çocukları İyi; Suriyeli Çocuklar Kötü
Bu eylemlere katılan ve bildirinin hazırlanmasında rol alan dindar aile çocukları meselesine geçmeden evvel imzacı yazarların başka bir boyutunu da ele almamız gerekiyor. Asıl can alıcı nokta; bu bildiriye imza atanların ekserisi, 3 yıllık Suriye direnişinde sistematik olarak muhalefetin, Suriyeli Müslümanların karşısında yer aldılar. İran’ın, sol-sosyalistlerin, ulusalcıların Suriyeli Müslümanlar hakkında uydurduğu yalanlara sonuna kadar itibar ederek hareket ettiler. Mazlum ve mağdur Müslümanları sabah, öğle, akşam günde üç öğün ABD, İsrail, NATO’nun uşağı, piyonu, işbirlikçisi ilan ettiler. Suriye Cihadını harici ve terörist göstermek için her türlü kılıfı kullanmaktan imtina etmediler. Kardeşlerimizin Müslümanlığını, İslamcılığını bu zevat-ı kirama ispat etmek için uğraşırken habire Suriye muhalefetinin yurtdışında bulunan yüz temsilcisi içerisinden bir kişiyi -ki bu önce Burhan Galyon oldu sonra da George Sabra- göstererek direnişe uzak durmaktan, hatta onu lekelemekten, itibarsızlaştırmaktan fazilet çıkarmaya çalıştılar.
Bu bildiriye imza atanlar bugüne kadar kurdukları cümlelerde hiçbir zaman “ama”sız bir şekilde asla direnişin yanında yer almadılar. Her fırsatta “Biz de Esed’e karşıyız” dediler arkasından ise “Ama” ile başlayan haksız, yersiz, suçlayıcı, gerçekdışı, bağlamdışı, akıl ve izan dışı cümlelerle direnişe köstek, zulme payanda oldular. Bugün ise kalkmış dünya âlemin, ümmetin alenen seyrettiği, İslam düşmanlarının eylemlerine toz kondurmuyorlar, İslam’a savaş açmış onlarca Marksist, Leninist, Stalinist, Maoist, Kemalist örgütü gösteriyorsunuz ama nafile! Eylemleri yapan asıl ve büyük çoğunluğu gösteriyorsunuz yine nafile! Üç tane adeta cennetten gönderilmiş ağacı, eylemlere katılan 2 örtülü 1 sakallıyı göstererek büyük fahşadan keramet devşirmeye kalkıyorlar. Ve bekliyorlar ki bu minimalist görüntüye aldanalım. Şu yaman çelişkiyi izah etmek için kırk akıllı bir araya gelse sadra şifa ne söyleyebilir ki: Suriye’de diktatörlüğe karşı meşru insani ve İslami direniş kötü; Türkiye’de seçilmiş yönetime karşı laik, İslam düşmanı, seküler temelli iktidar sınıfları öncülüğündeki başkaldırıyı ise asla yanlışlama, eleştirme yok. Daryush Shayegan ‘Yaralı Bilinç’ kitabını, kültürel şizofrenleri bu Türkiye’deki Gezi Parkı eylemleri destekçisi kişileri görmeden yazdığı için hayıflanıyordur mutlaka.
Gaz ve tazyikli su için polis terörü diye eylem yapan, bildiri yayınlayanları tanımasak zannedilecek ki, Baas vahşeti karşısında gece gündüz çadır kurup eylemler yaptılar. Öyle ya ahlaki ve mantıki tutarlılık bunu gerektirir. Ama nerde? Üç yıldır beyefendilere, hanımefendilere direnişi beğendiremiyoruz. Armudun sapı üzümün çöpü gerekçelerinden “Bana ne, o varsa ben yokum!” huysuzluklarına; “Valla bilmem ki, kim kiminle hiç bilmiyoruz!” körlük itiraflarından “Komşu duydun mu Amerikalılar Hatay’da 3 seansta herkese uzmanlık dersi veriyormuş!” meccani bilgi paylaşımlarına; “İran’ın üzerine toz, yârimin üstüne koz kondurmam!” naralarından “Amman cihad mı, lütfen silahı bırak, şeytan doldurur.” ninnilerini dinlemekle geçti üç yılımız. İyi niyet mi arayalım? O kadar kolay değil. Suriye'de canlarına kastedilen yüzbinlerin ve koca bir halkın destansı mücadelesine Vicdan Günlerinde yer vermeyenlerin adalet, özgürlük, emek, hak, anti-kapitalizm, neo-liberal politikalar, neo-muhafazakarlık ve post-İslamcılık gibi tekerlemelerine karnımız tok. Müslümanların direnişini sahiplenmeyen, hesapsız, pazarlıksız bir şekilde bir halkın onur savaşının yanında yer almayıp Gezi Parkı’nda Erdoğan’ın şahsında Müslümanlara ve onların değerlerine savaş açanları kutsayanlar, kucaklayanlar ya bile bile ihanet ediyorlar ya da akli melekeleridurumu anlamaya yetmiyor. İki durum da birbirinden kötü!
Üçlenmemiş Eken Olmamış Biçer
İyisi mi bu profesyonel bildiri uzmanlarını “Sâdıkları tahkîr ile red kaide oldu. Hırsızlara ikram ü inayet yeni çıktı” (Sadık kişileri aşağılama, reddetme benimsenir oldu; hırsızlara ikram ve yardım yeni çıktı) diyen Ziya Paşa’nın Terkib-i Bend’i ile baş başa bırakalım ve meselenin bir başka boyutunu ele alalım. Gezi Parkı eylemlerine katılan dindar aile çocukları ki ebeveynleri camiada tanınıyor, bazılarını çok şaşırttı. Toplam eylemci sayısı içerisinde çok küçük bir yekûnu tutsa da yine de bu durum üzerinde durmak gerekiyor. Meseleyi birkaç açıdan ama açıkça ele almak lazım. Öncelikle 1970’lerde İstanbul’a, Ankara’ya üniversite okumaya gelmiş, genelde gariban Anadolu çocukları okulu bitirdikten sonra da İstanbul’da, Ankara’da kaldılar. Ekonomik açıdan zor şartlarda okumuş, sosyal statü bakımından sıkıntılı durumda olan bu insanlar kısmen Özal döneminde ama daha çok Refah Partisi’nin yükseliş sürecini ifade eden belediye seçimlerini kazanmasıyla konum itibariyle farklı noktalara eriştiler. Birçoğu açık ya da örtülü, irili ufaklı cemaatsel ilişki ağlarında bulunan bu insanlar yapılarının da desteğiyle konumlarını güçlendirdiler.
Farklı araç, mekân ve imkânlarla tanışma kaçınılmaz olarak kendisiyle birlikte yeni ilişki biçimi, davranış formunu da getirdi. Şunu açık bir şekilde kabul etmek gerekir ki, Müslümanların o anki sosyo-kültürel yapısı bu “sonradan görme” halinin ortaya çıkaracağı zaafları, sıkıntıları, hastalıkları engelleyecek, minimalize edecek ya da tedavi edecek birikimden çok uzakta idi. Anadolu’dan gelmiş koca İstanbul’da bir başına ne yapacağı endişesinde iken cemaatler sayesinde korunma, gelişme ve sosyal çevre edinen insanlar artık birer İstanbullu olduklarında mühendislik hesaplarıyla çocukları için farklı bir yol haritası çizdiler. İslam’a adanmış bir pratik ve cemaate müntesip bir mümin yerine kelimeleri kurmaya başladığı yaştan itibaren her dediği, her istediği yerine getirilen, adeta dünyanın onun etrafında döndürüldüğü bu çocuklar özel okullarda okutulup muhakkak ama muhakkak İngilizce öğrenmesi için (Arapça değil) çaba sarf edilen, ilk hedef ve tek hedef olarak Boğaziçi Üniversitesi’ne gönderilen modern bireyler oldular.
Hayat tecrübeleri anne-babalarının çocukluk-gençlik dönemleriyle kıyaslandığında sefalet düzeyinde zayıf olan bu gençliğin entelektüel donanımı da kitle iletişim araçları ve sosyal medyanın ağır darbesine maruz bırakıldı. Kitap okuma kültürünün zayıf olduğu bir vasatta büyüyen bir gençlik zihnini, beynini küçülten twitter mikrobuna kapıldı. Dünyanın diğer ucundaki bir insanla İngilizcesi sayesinde hemencecik sanal kaynaşıp ve dayanışırken manavdan bir kilo ‘sağlam’ domates alma becerisi ve hayatı yorumlama, olaylar arasında sebep-sonuç ilişkisi kuracak bir zihne; hayat karşısında tutarlı ve dahi İslami pratik ortaya koymaya yetmeyeceği açıktı. Üstelik bu gençler daha çocuk iken ebeveynlerinden büyük bir darbe yedi. Özellikle liberal kültürün baskın hissedildiği 90’lı yıllarda Müslüman aileler arasında çocuğa dini-İslami eğitim, bilgi, bilinç, ideoloji aktarımının doğru olup olmadığı tartışmasını dönemi yaşayanlar hatırlayacaktır.
Çocuğa dini ya da ideolojik telkini yanlış görüp, çocuğun kendisinin özgür iradesiyle dini tercih etmesinin daha sağlıklı, değerli ve kalıcı olduğu iddia ediliyordu. Hayat bu düşünce sahiplerini haklı çıkarmadı, çıkaramazdı da. Hayatın olağan akışını nötr ve de değerden bağımsız zannetme gibi temel bir sorunu özünde barındıran bu yaklaşım daha evden başlayarak kaybediyordu. Evde çocuğa herhangi bir telkinde bulunulmuyordu ama odanın içerisinde yayın yapan sayısız kanal ve binlerce programıyla televizyon, sınırsız ve sanal alemiyle bilgisayar çocuğu her açıdan işgal ederken, okula gönderildiğinde ise laik, Kemalist, seküler paradigma çerçevesinde resmi ideolojiye sadık bir kul olması için endoktrinasyona tabi tutuluyordu. Hem de ilkokul 1. sınıftan üniversite son sınıfa kadar. Sanat, kültür, medya, edebiyat, spor dahi bu laik, Kemalist, seküler paradigma çerçevesinde inşa edilip asla ve kat’a yalnız başına bırakılmamış iken yazar ablalarımızın gölgesinde Virginia Woolf okuyup mest oldukları Taksim Gezi Parkı başta olmak üzere laik-Kemalist Cumhuriyetin büyük şehirleri ve meydanları da laik ve seküler kültüre göre inşa edilip halkın hizmetine sunuluyordu.
28 Şubat darbesini görmemiş ve yaşamamış bu gençler bütün bu gavurlaşmış hegemonya içerisinde 2003 sonrası siyasal-sosyal yapı tahlillerinde de sol-sosyalist ve liberallerin bakışıyla hayata bakıyor. Ne bütüncül bir laik, Kemalist sistem tarihi tahlili, ne darbeler ve etkileri, ne küresel sistem tahlilleri ne de İslamcılık, İslami hareketler bilgi ve tecrübesine sahipler. Baba parasıyla özel üniversite cafelerinde -ki bu daha sonra gece yarılarına kadar Taksim’de cafe-bar’lara gitmeye varacak kadar ileri bir noktaya taşındı- yaşadığı hayattan hoşnutsuzluğun, can sıkıntısının çözümünü arıyor. Bu tür davranan insan sayısı üç-beş kişi de olsa yine de mide bulandırıcıdır. Netice-i kelamda hangi sosyal bilimsel numaralarla gerçeklere takla attırılsa da bu Gezi eylemlerine katılan kişiler de hemen hemen aynıdır.
Ağaca Bakıp Ormanı Görememek
Şimdi bazıları diyor ki; yukarıdaki bildiride olduğu gibi, Gezi Parkı eylemlerini ilk yapanlar, eylemleri başlatanlar iyi niyetle hükümetin yanlış politikalarına tepki gösterenlerdir. Sol-sosyalist bazı unsurlar, çevreci unsurlar, anarşist gruplar, Gezi Parkı’nın esas sahibi eşcinsel gruplar, mimar ve mühendisler odası, Bilgi Üniversitesi merkezli liberal sol kişilerle birlikte 2 başörtülü 1 sakallı birlikteliği çoğulcu ve ahlak abidesi göstermeye kalkmak ne kadar acı verici! Militan Marksist-Leninist gruplar ve ulusalcı Kemalist büyük grupların sonradan devreye girip inisiyatifi ele geçirip ‘bazı aşırılıklar’ sergilemesini sorun olarak görüyorlar. Ey Allah’ım aklımıza mukayyet ol!
Birincisi, vakanın bizatihi kendisinin masum, makbul ve güzel sunulması gibi bir yanlışlık söz konusu. Oysa olay başından itibaren Müslümanlar karşıtı temel üzerinden şekillendi. Sol-sosyalist örgütlenme modelini tanımayan, legal-illegal örgütlenme ve sivil toplum bağını bilmeyenler her şeyin kendi etraflarında ve kanka oldukları sol-liberal yazarlar etrafında döndüğünü zannederler. Mesela Mimarlar Odası, Mühendisler Odası, Tabipler Odası, Baro, Eğitimsen ne işe yarar, ne zaman hangi olaylarda öne çıkar? Hangi eylemde DHKP, MLKP, MKP, TKİP, TİKB, TİKKO, TKEP-L, Devrimci Karargah, TİKB, Partizan, Devrimci Yol-Hareket, Halkevleri flamasıyla öne çıkar ve ne yapar, bu örgütlerin olduğu yerde kim ne kadar söz söyleyebilir? TKP, ÖDP, EMEP, SDP, İşçi Partisi, TGB nedir, hangi eylemleri yapar, güçleri nedir dikkate alınmadan konuşuluyor. Hepsinden daha kitlesel CHP’yi hatırlatmak bile abes.
Sanatçı, gazeteci, aydınların çoğunun sol-sosyalist ve Kemalist olmalarını tesadüf zannediyorlar galiba. Ah bu bireyci, liberal, lümpen ve öykünmeci İslamcı aydınlar, biraz şu örgüt, cemaat, hareket işlerinden bu kadar uzak olmasaydınız meseleyi hemen anlayacaktınız ama nafile! Şimdi ilk grupları göstererek eylemlerin ne kadar çoğulcu olduğu ispatlanmaya çalışılıyor. Çoğunluk olamayanlar şark kurnazlığıyla hadiseyi çoğulculuk, farklı ideoloji ve bakış açılarının birlikteliği üzerinden meşruiyet sağlamaya çalışıyorlar. Çoğulculuk iddiası boş birer safsatadır, müğalatadır. Müslümanların hayat tarzına düşmanlık temelinde kendini tanımlamış laik, seküler kimlikler çoğulcu değildir tekildir. Bu felsefi açıdan olduğu gibi siyasal-sosyal tercihler açısından da böyledir. Çünkü kaynak, ana damar birdir.
İkincisi, eylemleri yeni, yepyeni, sıfır numara içi hayat, ağaç ve insan sevgisiyle dolu bir gençliğin yaptığı yalanıdır. Olayı kitleselleştirme ve masumlaştırma taktiği olarak devreye sokulan bu argümanı merkez medya, eylemlerde öne çıkan sanatçılar, CHP ve bu eylemlere katılan ya da destekleyen muhafazakâr yazarlar dile getirdi. Sadece bu insanlara şunu söylemek yeterli; bu eylemlere aktif olarak katılanlar ile geçtiğimiz 1 Mayıs eylemleri, Reyhanlı saldırısı sonrası eylemleri, Ergenekon-Balyoz davası protestoları, İmam-hatiplerin orta kısmının açılması, Kur’an ve Siyer derslerinin protestosu, Emek sineması ve Esed yanlısı eylemlere bakalım. Katılımcı profili açısından ne kadarı farklı? Kim kime neyi yutturmaya kalkıyor?
Beş bin kişilik bir eylemci kitlesini ele alarak da somut bir şekilde değerlendirme yapabiliriz. 3-5 kişilik yeni insanla bir görüntü değişmez. Değişen o katılan yeni kişilerdir. Eylem çaldığı ve olaya sonradan katıldığı iddia edilen güruh hadisenin tam merkezindedir hatta bizatihi sahibidir. Zaten legal-illegal radikal hareketlerin yayın organlarında süreç değerlendirmeleri ve eylemlerle ilgili olarak ortaya atılan bu tezlerin sert bir şekilde eleştirildiği yazılarla doludur. Bir şeyi renksizleştirme, içeriksizleştirme anlamında ideolojik bağlamından koparmayı muhafazakar-İslamcı lümpen bireyci aydınlar iyi becerirler ve bunu yapmayı çok da severler. 28 Şubat döneminde Başörtüsü eylemlerinde de aynı tabloyu defalarca görmüştük. Silahlı, molotoflu devrimci yoldaşlar bu edebiyattan fazla hoşlanmazlar bizden söylemesi!
Hep Aynı Kuşak Hikayesi
Eylemlerle ilgili olarak ortaya atılan yeni kuşak, 90’lar kuşağı argümanı da benzeri taktiksel bir ifade biçimidir. Bir kısmının hadiseyi magazinleştirme merak ve huyundan dolayı gündemleştirdiği 90’lar kuşağı söylemini sol-sosyalistler ve liberaller hükümeti devirmede öne çıkartılacak gençliğe meşruiyet, eylemlere katılımı artırma, siyasal iktidarın tabansızlığını göstermek için dile getirdiler. Siyasal-sosyal olguları açıklamada dile getirilen kuşak söylemleri çoğu zaman aldatıcıdır. Çarpıtılmış ama özellikle de devrim rüzgarının tersine dönmesiyle birlikte cunta uzantılarını temize çıkartma maksadıyla devreye sokulan şikeli örneklem üzerinden bütün bir toplumsal yapıyı izah etmek ne kadar doğrudur? Örneğin Gezi Parkı eylemlere katılan gençlerin çoğunluğunun sol-sosyalist örgütlerle bağını bir an için görmezlikten gelelim ve varsayalım ki bu gençler örgütsüz ve bir sabah hepsi fikrim geldi deyip eylemlere katılsınlar. Toplam eylemci sayısının da büyük çoğunluğunu oluştursun. Neticede bu eylemlerin katılımcı sayısı, kitleselliğinin çapı belli. Gezi eylemlerine karşıt olarak Erdoğan’ın yaptığı mitinglere de bakalım. Katılımcı sayısı ve kitlesellik açısından Türkiye tarihinin en kalabalık mitingleri. Şüphesiz katılanların hepsi genç değil. Diyelim ki yarısı genç olsun, hadi pazarlıklar sonucu yüzde otuzu genç olsun. Yine de Gezi eylemlerinden daha fazla kalabalık karşı eylemlerde yer almış oluyor. Bu nasıl bir kuşak ki çoğunluk öbür tarafta? Bayatlamış kuşak numaraları 68 kuşağı, 78 kuşağı için doğru olmadığı gibi 90 kuşağı için de doğru değildir. Sonra merakımı mucip oldu; niçin 68 ve 78 kuşağı derken o tarihte genç olan kast edilirken 90 kuşağı denilirken o tarihte doğanlar esas alınıyor? 13 kuşağı ya da 2000’leri ifade babında 00 kuşağı demek kulağa hoş gelmediği için mi?
Şu gerçeği kabul etmekte fayda var; Türkiye’de sol-sosyalistlerin ve ulusalcıların her türlü hile, yalan, dolanla kurdukları siyasal-sosyal yapı değerlendirme, çözümleme hegemonyası bu yazar-çizerleri etkilediği gibi sosyal konumları iyi durumdaki dindar aile çocuklarını da belli oranda etkiliyor. Özellikle yukarıda resmetmeye çalıştığımız ailelerin çocuklarında karşılaşılan bu durum tabiî ki endişe vericidir. Neticede hayat bir imtihandır, kişilerin yarın ne olacağı, nerede duracağı belli olmadığı gibi çocukları için de aynı belirsizlik geçerlidir. Ama yine de insanların eğitimleri, birliktelikleri, tercihleri, öncelikleri, paylaşımları gibi unsurlar kişinin yarın nerede olacağının ipuçlarını verir insana. Yetiştirilmiş, adab-ı muaşeret verilmiş, anaya babaya itaatin öğretildiği anne-babaların çocukları kurdukları ailede, gördüklerinin tam tersine iki yaşından beri sözü dinlenen, fikri sorulan, istemediği hiçbir şey yapılamayan, önüne bütün imkânların serildiği çocukları hediye ettiler ümmet-i Muhammed’e! Gece yarılarına kadar Taksim’de bir cafede okuldan arkadaşlarla son seyahatte çekilen fotoğrafların kritiğinin yapıldığı oturumlardan önümüzdeki hafta yapılacak sosyal sorumluluk projesinde ekip olarak ne yapılabilir gibi ulvi sorulara cevap arandığı zeminler insanı hangi hayırlı birlikteliklere götürebilir ki?
Zaman, zemin, bağlam, mekan hiç ama hiç önemli değildir bu gençler için! Her şey o kadar naif, o kadar kırılgan ki! Sorsanız hepsi de başınıza Foucault’cu kesilir. Öyle bir hava var ki; sanki bu gençler cennetten çıkmış da yine kesin ve garantili olarak oraya döneceklermiş gibi ne yaparlarsa, ne ederlerse doğru yapıyorlar gibi bir pasif algı söz konusu. Bunun sebebi de modernleşmenin adeta mutlaklaştırılarak yegane referans kaynağı haline getirilmesidir. Modernleştikçe ferd-i vahid bireyselleşir, bireyselleştikçe özgürleşir ve ideali yakalar kabulü pratize ediliyor. Hatta endişeli modern ve dahi büyük sosyolog Nilüfer Göle gibi marifetli eller yoluyla bu teori Gezi eylemlerinin bütününe uygulandı. Gezi eylemcilerinin ideolojik-politik gerekçelerini aşarak mutlak iyi, doğru, güzel ve haklı payesine yükseltilme çabasına günlerce tahammül ettik. Diyelim ki; laik-seküler bir sosyolog, birey olmanın varoluşsal anlamda ideal insan tipi olduğuna inanıyor, peki bir Müslüman neye dayanarak bunu savunabilir? Bu facia ötesi bir zihinsel kirliliktir.
Hangi ulu ağaç, LGBT denilen eşcinsel sapıkların çadırı ile içinde başörtülünün de olduğu çadırı yan yana getirip sabahlara kadar yan yana olmalarını meşrulaştırabilir? İçilen içki miktarı, ve dahi yiyilen herzeleri, fahşa görüntülerini izlediğimizde eski Roma’nın o fesahat tablosundan başka akla ne geldi acaba? İnsan yaşadığı zamanın tarihin en kötü ve en çetin dönemi olduğunu düşünür hep. Hatta artık ahir zamanda, tarihin sonunda olduğu psikolojisiyle hareket eder. Ekinin ve neslin ifsad olduğu belirtilerek kurtuluş yolu aranır. Bu tarihin en eski devirlerinde yazılan Gılgamış Destanı’nda da böyledir, orta dönemde yaşayan İmam Gazali’nin eserlerine bakıldığında da böyledir. Zaman bozuldu, ekin ve nesil ifsad oldu, artık kıyamet yakın, bundan sonra hayat yok derler. Ama galiba biz bu psikolojide biraz daha haklıyız. Çünkü bizim sanal, dijital dünya denilen bir afatımız daha var.
Dünyada Sanal Alem’den Başkası Yalan
İçinde imtihana tabi tutulduğumuz gerçek dünyanın, dijital-sanal sevk ve idaresinin mümkün olduğunu düşünen bir vasatı kaşarlanmış ulusalcı, sol-sosyalist, liberal kişi ve gruplar kullanmayı iyi beceriyorlar. Olayları planlayan, örgütleyen, taşıyan gerçek kişi ve örgütler ellerindeki aydın, sosyolog, sanatçı vs enstrümanlar eliyle klasik bir numarayı, klişeyi allayıp pullayıp Gezi Parkı eylemlerinin sıfır numara, yepyeni olduğuna inandırmak, ağacın arkasına saklanıp sanal alemi “görme”yi hedeflediler. O kadar etkili propaganda yapıyorlar ki dijital sanal Paris Komünü romantikleri “Yetişin! Devrim başladı!” twitter mesajıyla artık zafere yürüdüklerini inandırabiliyor. Yayıncılık piyasasını yakından takip eden herkesin bildiği gibi sanal alemin sakinleri kitap okumayı çok sevmez. Çünkü içinde bulunan dünyanın araç ve gereçleri, kullanılan kelime sayısı kitap gibi üzerinde fazlaca mesai vermenize yol açacak, çok sayıda kelimeyi algılamak, anlamak gibi zahmetli bir işe sizi zorlayacak ve hepsinden önemlisi düşünme, tefekkür etme gibi can sıkıcı bir eylemden alıkoymaktadır. Dijital teknolojinin “hakikati gösterme” gücünden dolayı hemencecik ikna etmekte ve görünen köy klavuz istemez misali kitap değil twit okuyan muhatap da ikna olup devrim günlerinde ben de vardım twiti atmak için geziye çıkar. 140 karakterli twitter müdavimlerinin algı kapasitesi, zihin genişliği, kavram zenginliği, anlama kapasitesi zaten ne kadar olabilir ki? Eğer gelecekte twitter olacaksa vay o gelecek nesillerin haline!
Laik ve seküler hegemonya dijital ve sanal alemin de hakimidir. Neticede Müslüman bir zihnin bu “aleme” yükleyeceği anlam sınırlı olmak zorundadır. Dolayısıyla bu alanda onlarla yarış heves ve hırsını sorgulamak gerekiyor. Hegemonya dijital söylem ve sanal iktidar yoluyla istediği durum ve olayda politik, ahlaki, çevreci vs. bütün alanları gösterir, istediği zaman da gizler. Taksim Gezi Parkı’ndaki ağaçlar çevreciliğin sembolü olur, politik alan gizlenir, adeta herkes bu tiyatro oyununda kendisini göstermek için çabalar ve izleyenlerin de çevreci masumiyeti kabul etmeleri istenir. Gezi eylemlerine katılan dindar aile çocukları da neden Taksim Gezi Parkı gibi absürd bir mekanın ekolojizmin sembolü haline geldiğini anlayamazlar.
Meselenin gerçekten Gezi Parkı, ağaçlar ve AVM olduğunu varsayalım: Taksim’e AVM yapılmasın, kapitalizme açılmasın! Zannedilir ki Taksim gül bahçesi. Memlekette kapitalizmin istediği mekan anlayışının ve istediği insan tipinin merkez üssüdür oysa Taksim. Hedonizmin adeta bir din haline getirildiği, zevkin en ilkel ve ahlaksızca pratize edildiği, fahşanın zirve yaptığı, insanların hep kazanmak ve harcamak azmiyle gezdiği, sadece tüketim kültürünün uygulandığı alanların başkentidir. Taksim’de AVM’ye karşıtlık dibine kadar daha doğrusu boyuna kadar bataklığa gömülmüş birisinin sivrisinekten midesinin bulanmasına benziyor. Bu güzelim tabloyu zaten Türkiye’nin meşhur kapitalistlerinden Cem Boyner “Ne sağcıyız ne solcuyuz çapulcuyuz çapulcu” döviziyle tamamlarken, Koç grubu eylemleri destekleyip, eylemcileri Divan Otelinde ağırlayarak, Garanti Bankası emekçi müdürleriyle eylemlere katılarak kapitalizme karşıtlıklarını ispatladılar. Dolayısıyla paradigma içi eleştirilerin yerelleştirilerek yapılan modernizm eleştirilerine çok meraklı lümpen, bireyci, sosyal ve ekonomik açıdan iyi, rahat ama huzursuz kişiliklerin kapitalizm, liberalizm, İslamcılık vs. üzerine söyleyecekleri ne kadar inandırıcı olabilir ki?
Siyasal-Sosyal Eylemde Usul
Gezi Parkı ve AVM meselesinin gündemleşmesinin doğru olduğunu varsaymaya devam edelim. Siyasal-sosyal söylem ve eylemde tıpkı olayın kendisi gibi nerede, ne zaman, hangi şekilde ve kimlerle birlikte ifade ve icra edildiği de doğruluk koşulları arasında olmak zorundadır. Bu bağlamda “Gezi iyi ama etrafı kötü” ya da “Ama bizim amacımız sadece ağaçlar ve AVM idi.” demek yeterli değil, daha önce de izah etmeye çalıştığımız gibi doğru da değildir. Bu söylem sahiplerinin Gezi eylemcileri içerisinde cim karnında bir nokta oldukları da çok açık. Kur’an ve Siyer’de müminlerin nasıl basiretli, hikmetli ve ferasetli olmaları gerektiğiyle ilgili birçok güzel örnek bulunmaktadır. Örneğin ağaç kesilmesi olayı üzerinden Bakara Suresi 217. ayetinde birçok hikmet bulunmaktadır. Medine’de iken Hz. Peygamber halasının oğlu Abdullah b. Cahş komutasında içlerinde Ammar bin Yasir, Ebu Huzeyfe, Sa'd ibn Ebu Vakkâs’ın da bulunduğu 8 kişiyi Kureyş’in son durumu hakkında bilgi toplama, istihbari faaliyet amacıyla Nahle’ye gönderir.
Görev yerine geldiklerinde müşriklerin küçük bir kervanına rastlarlar. İstişare neticesinde operasyonda karar kılınır ve müşriklerden biri öldürülür, ikisi esir alınır. Siyer kaynakları hadisenin Recep ayının sonlarında yani haram ayda gerçekleştiğini belirtir. Kureyşliler durumdan haberdar olunca “Muhammed haram ayda kan akıttı, mala el koydu, adamları esir aldı ve haram ayı helal hale getirdi” diye Müslümanlara karşı yoğun bir propaganda faaliyetine giriyorlar. Rabbimiz gönderdiği vahiyle bu kara propagandayı boşa çıkarır ve buyurur ki; “Sana haram ayı ve bu ayda savaşmanın hükmünü sorarlar. De ki: "O ayda savaşmak büyük bir günahtır. Fakat insanları Allah yolundan engellemek, Allah'ı inkâr etmek, Mescid-i Haram'ı ziyareti yasaklamak, o mescidin cemaatini yani Müslümanları oradan çıkarmak ise, Allah katında daha büyük günahtır. Fitne de adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. Kâfirler, ellerinden gelse, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan geri durmazlar. Sizden her kim dininden döner ve kâfirlikte devam ederek ölürse, işte onların dünyada da, ahirette de yaptıkları boşa gider. Bunlar cehennemlik olup orada ebedî kalacaklardır."
Kapitalizm Eleştirileri Ama Nasıl?
Şunu da artık tartışmamız gerekiyor: Müslümanların kapitalizm, liberalizm üzerine yaptıkları eleştirilerinin ne kadarı özgün ve sahici, kendi iç dinamiklerinden, temel referanslarından yola çıkılarak yapılıyor? Örneğin AVM düşmanlığının mucidi kimler? Bir Müslüman Bedestenlere benzediği için merkezinde mescidin olduğu AVM modelinin iyi olduğunu söylerse dinden mi çıkmış olacak? Bir başka tekerleme olan neo-liberal politika eleştirisi. Bu teoriyi kullanan kaç kişi liberal ekonomi-politikayı ve neo’sunu biliyor? Neo-liberal politikaya karşı çıkanlar bir önceki model olan Keynesçi ekonomiyi mi savunuyor acaba? Batı düşüncesinin kendi iç kulvarındaki tartışmaları okuyup, tercüme etmek, yerelleştirmek paradigma dışı, muvahhid ve mücahid bir Müslüman’ı sağlamıyor. Elbette ki o tecrübelerden istifade edilmeli ve o birikim okunmalı ama kurtuluş ancak İslam’ın dinamikleri, referansları içerisindedir. Ve bu Gezi Parkı eylemlerini destekleyenlerinin uzunca bir süredir yaptıkları temel bir hata olarak izzet ve onur da İslam’dan başka yerde aranmamalıdır.
Müslümanlar adalet ve hakikatin şahitliğini yapmakla yükümlüdürler. Bu görevlerini de basiret, hikmet ve feraset içerisinde yapma zorunlulukları bulunuyor. Dünyayı kendinden ibaret görme tavrı, eylemci taifesi içerisinde miniminnacık kaldığı gerçeğini gizletiyor. Minimalist takıntıların maksimalist talepler içerisindeki sol-sosyalist, Kemalist ve liberaller tarafından nasıl kullanıldığını son olay yeterince göstermiştir. Kemalist ve Marksist jakobenizm, liberal tahakküm ve kibir; laik-seküler hayat tarzını her şeyin üstünde tuttuğunu ve bir hayat tarzı kavgası verdiğini açıkça ilan etmiştir. Müslüman’a düşen görev Kemalist, sol ve liberal hegemonya karşısında aşağılık kompleksine girmek değil bu kavganın bilincinde olarak hareket etmektir. Müslümanların şehirlerinin nasıl olması gerektiği, mimarisi, çevre düzenlemesi, sosyo-ekonomik politikalar, iktidarın tasarruflarına, yanlış söylem ve politikalarına itiraz, yerel ve küresel politikalara duyarlılık, talep ve itirazlar Müslümanlar arası birliktelik, istişare, paylaşım ve sorumlulukları çerçevesinde ümmet ruhundan kopmadan yapılmak zorundadır.