Çarşamba, 09 Aralık 2015 00:00

Uluslararası Ortadoğu Politikaları

Yazan
Öğeyi Oyla
(2 oy)

 

İKİ BÖLGESEL VE İKİ KÜRESEL GÜÇ OLAN DEVLETLERİN SURİYE KRİZİNDEKİ TUTUM VE POLİTİKALARI

 

GİRİŞ:

Yapısal inşacılığa göre kimlikler devletlerin çıkarlarını şekillendirmekte ve uluslararası kuruluşlar buna göre tasarlanmaktadır. Alexander Wendte göre bu durumun sonucu olarak uluslararası sistemdeki anarşik yapı çatışma veya işbirliği şeklinde ilerler. Bunu takiben bugünkü Ortadoğu’da uluslararası anarşinin çatışmaya mı yoksa işbirliğine mi dönüşeceği bir dönemde yaşıyoruz.

 

Bütün bir insanlık tarihini, Batı medeniyetinin tarihî akış seyrine bağlayan, Batı toplumlarının sınırlı tarihî tecrübelerini evrensel geçerliliği olan teoriler haline dönüştürerek, yeni tarih ve sosyoloji anlayışı oluşturmuş ve bunu’ da Batı medeniyet olarak sunmaktadır.

 

Çünkü Onlara göre dünya 'The West ant The Rest' (Batı ve öteki)nden ibaretti. Batı'nın ben ve öteki algısını formüle eden bu ifade, Batı kategorisindeki toplumları, öteki kategorisine giren toplumlara ve medeniyetlere kapatmakla kalmıyor. Batı ile Batı dışı toplumlar arasında tarihte yaşanan askeri karşılaşmaları, yeni bir boyuta; sosyolojik boyuta taşıyordu.

 

Batı dışı toplumlar, eğer Batı'nın geçirdiği bu değişimlere ayak uydurmak istiyorlarsa, kendi inanç, düşünce ve kültür değerlerini terk ederek, Batı'nın değişmesine kaynaklık eden inanç, düşünce ve kültür atmosferine geçmeleri gerekiyordu.

 

Batı, böyle bir değişimi sadece istemekle yetinmiyor, bu toplumları bu doğrultuda değiştirmek için her türlü çabayı gösteriyordu. İşte, Batı'nın bu öteki algısı ile başlayan etkileşim süreci, Batı dışı toplumların sosyal yapılarına temel oluşturan inanç ve kültürel kimliklere müdahale boyutu kazanmıştır.

 

Batı bu müdahaleciliğini "medenileştirici savaş, özgürleştirme "Olarak tanımlamaktadır.

 

İşte, Osmanlı’nın Ortadoğu’ya dönüşümünün en etkili dinamiklerinden birisi de, “menfi milliyet ve unsuriyet fikrinin” beslediği sosyolojik dönüşümlerdir. Bu sosyolojik dönüşümler, baş aktörü oryantalist misyonerler olan 1890 küreselleşmesini inşa eden süreçlerle birebir ilişkilidir.

 

Batı'nı gerçekleştirdiği ve sonuçları sosyolojik özellikli değişimlere yol açan bu müdahaleleri tanımlayacak net bir kavram düşündüğümüzde, karşımıza "Sosyolojik Savaş" kavramı çıkmaktadır.

Ulus kimliğine indirgenen İslam dünyası, yeni değişim sürecinde iki seçenekle karşı karşıyadır. Ulus ve ulus altı kimlikler bağlamında çatışan ve birbirinin şerrinden statüko güçlerine sığınan küçük topluluklar olarak kalmak veya İslam dayanışması bağlamında küresel bir aktör olarak tarih sahnesine yeniden çıkmayı başarmak.

 

Kavramlar: İki Batı, ABD, Jeokültür, Jeopolitik, Ortadoğu, Uluslar Arası Sistem, Küresel Sistem, Küreselleşme, Medeniyetler Çatışması, İslam Birliği, Yeni Dünya Düzeni.

 

Osmanlıdan Ortadoğuya:

Ortadoğu, dünyanın yalnızca fiziki veya siyasi bir coğrafyasını tanımlayan bir kavram değildir. Ortadoğu kavramı, İslam dünyasını Avrupa’nın ulus temelli yapısını oluşturan Westphalia düzenine geçmesini sağlayan Sykes-Picot düzeni ile kazandığı yeni anlamı ifade etmektedir.

Günümüzde, İslam’ın merkez bölgesi, küresel güçlerin hâkimiyet kurduğu bir alan olması durumu itibariyle Ortadoğu olarak tanımlanmaktadır.

Ortadoğu, kimlikler ve coğrafyalar bağlamında kurgulanmış siyasi ve ekonomik birimlerden oluşan bir dünya bölgesinin adıdır. Ortak bir karar mekanizması olmayan, farklı alt kimlikler ekseninde parçalanmış, uluslararası ilişkilerde özne rolü olmayan sadece konu olan, kendi iç çatışmaları ile gücü sıfırlanmış ve geri kalmışlığın, terörün sembolü yapay bir bölge.

Ortadoğu kavramı, İslam’ın jeokültürel ve jeopolitik kavramlar dünyasını perdeleyen, İslam dünyasının kendi kendisini Batı’nın gözü ile algılamasını sağlayan fonksiyonel bir kurgu kavramdır.

Osmanlı Devletinden sonra Ortadoğu’da, Batılı güçlerin çıkarları doğrultusunda bir statüko oluşturulmuş ve varlığını, çıkarlarını bu statükoda bulan kişi veya zümrelerin temsil ettiği küçük ulus devletçikler kurulmuştur.

Bu devletçikler uzun yıllar kendi aralarında hiçbir dayanışma gösteremediği gibi, bilakis çizilen kimlik sınırları ve ihtilaflı siyasi sınırlar sebebiyle, Ortadoğu’yu gergin ve çatışma ortamına dönüştüren bir yapı kazanmıştır.

Büyük boy dayanışma, yerini küresel güçler açısından daha fonksiyonel küçük boy etnik dayanışmalara terk etmiştir. Ortadoğu parsellenmiş, her parsel bir iktidar adacığına dönüştürülmüş, aralarındaki irtibatlar kesilmiştir.

Tarihin bu en büyük sosyolojik dönüşümü, yine tarihin en büyük sosyolojik harekâtı ile gerçekleştirilmiştir. 1890 Küreselleşmesinde gerçekleştirilen bu değişimi, kısaca “İslam sosyolojisinden etnik sosyolojiye, Osmanlı’dan Ortadoğu’ya” ifadesi ile özetleyebiliriz.

Günümüzde ise Osmanlı sisteminin yerini alan Ortadoğu sisteminin çöküşüne şahit olduğumuz yeni bir değişimi yaşamaktayız.

 

Batının Tehdit Algısı:

 

Dünya coğrafyasının "hammadde deposu" ve "tüketim pazarı" niteliğindeki bu bölgeyi Batı'ya karşı "İslam dayanışması" ile koruyan Osmanlı, sosyolojik saldırıların hedefi haline gelmiştir.

 

İslam coğrafyasının bugün içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik duruma yol açan sosyolojik süreç, "misyonerlik" ile başlayan ve "Oryantalizm" ve "Ortadoğu Araştırmaları" ile sürdürülen kültürel, politik ve askeri müdahaleler zincirinin birer halkası ve uzantısı olarak ortaya çıkmıştır.

 

Avrupa'da modern ulus devletler sisteminin ortaya çıkışı ve Osmanlı topraklarının merkezi-egemen ulus devletlere ayrışması, özellikle ikinci küreselleşme(1890) dönemine denk gelir. İkinci küreselleşme sürecinde, sosyolojik savaş aktörü olarak Hıristiyan misyonerlerin sahnede başrolü oynadıklarını görüyoruz.

 

1890 Küreselleşmesinde Osmanlı'ya karşı gerçekleştirilen birinci dalga sosyolojik saldırılarla, öncelikle Hıristiyan Balkan toplumları dini ve etnik temelde farklılıkları derinleştirilerek Osmanlı'dan ayrıştırılmıştır.

Samuel P. Huntington ise, jeopolitiğin kültürel yönüne ağırlık vermiş, jeopolitiğin, jeokültür boyutunu açığa çıkarmıştır.

Huntington’a göre, yeni dünyadaki mücadelenin esas kaynağı öncelikle ideolojik ve ekonomik değildir, beşeriyet arasındaki büyük bölünmeler ve hakim mücadele kaynağı kültürel olacaktır.

Dr. Bırzezinski’nin sözünü ettiği “bunalım zinciri”, İran’dan başlar, Afganistan, Pakistan, Bangladeş, Körfez Ülkeleri, Yemen, Somali gibi Müslüman ülkeleri içerir. Hâlbuki, “muhtemel bunalım” bölgesi daha da geniştir ve bu bölge Fas’tan başlayarak, Mısır dahil Kuzey Afrika’nın tamamını, Türkiye ve Sovyetler Birliği içindeki altı Müslüman cumhuriyeti kapsar ve Endonezya ve Filipinlere kadar uzanır.

 

Fuller’e göre, emperyalizmin, antiemperyalist tepkiler doğurması kaçınılmaz ve doğal bir süreçtir. Batı’nın-özellikle ABD’nin-kültürel, siyasi, ekonomik ve askerî arenada ortaya koyduğu simgesel ve reel güç, ürkütücü ve müdahaleci bir nitelik taşıyor. Batı medeniyetinin bu müdahaleci ve çatışmacı temsiline karşı, insanlığın itiraz eden, adalet isteyen bir cephesinin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Batı, bu cepheyi, İslam dayanışmasının teşkil edeceğini düşünmektedir.

İslam ülkelerinde ırkçılık, mezhepçilik, cemaatçilik, bölge ve lidercilik gibi dışlayıcı özelliklerle, mevcut kapalı toplum yapısına hizmet eden kuşakların yerini açık toplum yönünde değişim kuşaklarına bırakması, Batı çıkarlarını engelleyecek bir jeopolitik olguya, örneğin "İslam dayanışmasına" yol açabilir.

 

Geçmişte İslam Dünyasını yeniden yapılandıran küresel güçler için, günümüzde de, gelecekte de İslam Dünyası daima yeniden yapılandırılacak jeopolitik bir tema olmaya devam edecektir.

Çünkü küresel statüko, Ortadoğu’da İslam’ın yeniden bir dayanışma bağlamı keyfiyeti kazanmasını, vazgeçilmez bir yaşam alanı olarak gördüğü Ortadoğu’nun jeopolitiğini değiştirecek jeokültürel bir tehdit olarak algılamaktadır.

Nitekim Ortadoğu’daki küresel statükonun yerel uzantıları olan rejimlere karşı en büyük muhalefet, İslami kimlikli dayanışmalar olarak ortaya çıkmıştır. Bu özellikteki halk iradesinin, küresel sisteme entegre durumda olan mevcut rejimleri etkileyeceği değerlendirilmektedir. Statüko, bu kaçınılmaz değişimlere, eski çıkarları sürdürmeye uygun bir fonksiyon kazandırmak ihtiyacındadır.

Birçok Batılı gözlemcinin zihninde, Sovyetler Birliği’nin oluşturduğu karşı ağırlığın Batı’nın gücü karşısında çökmesiyle doğan boşluğu,İslâm dolduracaktır. Dolayısıyla, Dünyanın büyük bölümünde-ki bu büyük bölüm, İslam bölgesidir- Batı’nın güç ve çıkar odaklı çıkarlarına karşı bundan sonra yürütülecek muhalefetin en muhtemel adayı İslâm olacaktır.

 

Afrika üzerine yaptığı araştırmalarıyla tanınan Amerikalı gazeteci-yazar Elizabeth Liagin Impact International dergisinde, ABD'nin küresel savaşını değerlendirdiği röportajında "Bush'un 17 Eylül Ulusal Güvenlik Stratejisi'nde de açıkladığı gibi, Amerikan dış politikasının tek gayesi,Uluslararası arenada ABD'nin politik, ekonomik ve diplomatik gücünü by-pass edecek, onun bu gücüyle yarışacak, ona denk veya eşit bir gücün oluşmasına imkan vermemektir" tespitinde bulunuyor.

Günümüz dünyasında askerî güç anlamında “ABD’yi dünyanın en büyük asimetrik gücü kabul edersek, neden ABD başlıca tehdit algılamalarından bir tanesini asimetrik tehdit olarak değerlendirmektedir?”

 

Çünkü asimetrik tehditten kastettiği, ABD askerî gücünü dengeleyecek ve hatta by-pass edecek farklı bir güç türü ile karşılaşmaktır. Bu güç türünü İslam Dünyasının barındırdığı düşünülmektedir.

Robert H. Scales’in, “Er ya da geç yaratıcı bir rakip, bizim hedefinden şaşmayan ateş gücü üstünlüğümüzü yenmeye çalışacak bir savaş yöntemi ile karşımıza çıkacaktır. Bu artık maalesef an meselesidir” sözleri de asimetrik bir tehdit algısını ortaya koymaktadır.

 

G. Friedman da aynı doğrultuda "Stratejik hedef, dünyanın herhangi bir köşesinde Birleşik Devletlere meydan okuyabilecek bir gücün ortaya çıkmasını önlemek olmalı" diyerek, önleyici sosyolojik savaş stratejisine işaret etmektedir.

 

Önleyici strateji, ekonomik, siyasi ve askeri dayanışma ile ortaya çıkabilecek güç ile alakalıdır.Yani böyle bir güce yol açacak "dayanışmanın" önlenmesinden bahsedilmektedir.

 

Küresel statüko stratejistleri Busch Doktrini'nde belirtilen "ABD hegemonyasını tehdit eden paradigma" konusunu iki meydan okuma ile açıklamaktadırlar.

 

Ortadoğu, Afrika, Balkanlar, Kafkasya ve Asya toplumlarının sosyolojik sürecinde İslam'ın yeniden etkinleşmesi, Batılı statüko güçlerince kültürel olarak meydan okuyan bir paradigma olarak değerlendirilmekte.

 

Batı toplumlarında ise en fonksiyonel sosyolojik operasyon, İslamafobia'dır.

 

Batının saldırıları, Ortadoğu bölgesindeki İslami nitelikli bütün gelişmeleri, bir İslamafobia oluşturacak şekilde tasvir etmektir. Sunday Times'in 10 Temmuz 1990 tarihli baskısında yer alan şu haber Fundamentalist nitelemesi ile İslam'ı küresel bir tehdit olarak tasvir ediyordu.

 

Bugün İslam dünyasında birçok dini davranış "Fundemantalist " olarak nitelendirilmektedir.

İslam’ın jeopolitiğini, asimetrik bir güç olarak algılayan ve kendi çıkarlarına engel gören statüko güçleri, İslam’ın Müslüman toplumlar için yeniden bir dayanışma bağlamı haline gelmesinin önlenmesi stratejisi izlemektedir.

Bu stratejinin temel argümanı İslam jeopolitiğinin çatışmacı olduğu ve Batı medeniyeti ile girişeceği çatışmada terör sila­hını kul­lanacak bir aktör olacağıdır. Müslüman dünyanın yaşanan gerginlikler bağlamında birer terör odağı olarak resmedilmesi, aslında Batı’da gele­nek­sel olarak varlığını sürdüren İslam algısından ba­ğımsız bir şekilde işlememektedir. Bu birbirini takviye eden ilişkiler ağı içinde mede­ni­yet­­ler çatışmasının doğması bugün (Batı’da) artık popüler bir beklenti haline dö­nüş­müş­tür.

 

“Uluslararası sistem, İslam’ın karşısına, yine kendi kur­gu­la­dığı, dünya ölçeğinde bir terör ve kaos menbaı olan bir İslam’ı(!) rakip olarak çıkarmak istemektedir.”

İslam’ın jeopolitik bir aktör olarak ortaya çıkması, ekonomik çıkar paradigmasına dayalı bir reel politik izleyen Batı tarafından bir sorun olarak algılanmaktadır. Öte yandan, başta İslam Dünyası olmak üzere, Üçüncü Dünyanın temel sorunu ise, Batı hegemonyası altında nesneleşmiş durumdan nasıl kurtulacakları noktasında düğümlenmektedir. Özellikle çatışmacı tezler, temel soruna dair bu iki mukabil algıyı, Batı’nın İslam sorunu’ ve ‘İslam’ın Batı sorunu’ olarak formüle etmektedirler.

Radikal örgütler küresel sistemin yerel temsilcileri olan mevcut yönetimlerle çatışmayı küresel sistemle çatışma olarak kabul ediyor. Bu çatışmaya dini referanslar üretiyor. Böylece sivil toplum manipüle edilerek İslam dayanışmasının tek Batı/Tek İslam cepheleşmesine hizmet ediyor.

İnsanlık, küresel boyutlar kazanmış bu sorunu, yine küresel boyutlar kazanmış materyalist Batı kültürü ikliminde yaşamaktadır. Nitekim Batı kültürüne mensup insan ve toplum tipinin kumandasında olan bilim ve teknoloji, sömürgeciliğe suiistimal edilen zalim ve yıkıcı bir güç niteliği kazanmış bulunmaktadır.

İslam’ın müspet esaslarının merkezileşmesi ile ortaya çıkacak bir jeopolitik sistemi, Batı hayati bir tehdit olarak algılıyor.

Batı’nın büyük boy İslam dayanışmasını önleyici savaşının temel stratejisi olan medeniyet içi çatışmanın içinde yer alanlar, İslam dünyasında hangi İslam karmaşasını da beraberinde getiriyor.

 

Ortadoğu’da Aktörler ve İnşa:

1890 küreselleşmesinde kendini ifade eden Batı kültür ve medeniyetinin materyalist temsili, 1990 küreselleşmesi olarak tanımlanan yeni süreçte, ne kadar adalet eksenli bir özne rolü oynayabilir?

Dahası böyle bir rolü kabul etmeye hazır bir başka Batı aklı ve vicdanı var mıdır? Batı medeniyetinin bütün insanlığın tanıklığında kendini ifade ettiği 18, 19 ve 20. yüzyıl, 21. yüzyılın küresel yapılandırılmasında oynayacağı rol açısından bu medeniyete hangi yönleri ile referans oluşturabilir?

Yeni dönemde küresel düzeni yeniden yapılandırmaya soyunan Batılı aktörlerin geçmişteki sicilinin referans etkisinin olumsuzluğundan kaynaklanan, dünyanın geri kalan bölgelerindeki güvensizlik nasıl aşılacaktır?

Batı medeniyetini temsil ettiğini iddia eden aktörler açısından, bu ciddi soruların cevapları ne Batı ve ne de İslam dünyasında tam karşılığını bulmuş değildir. Bu cevapsızlık ve güvensizlik, Batı medeniyetine toptancı itirazları beslemekte, İslam’ın Batı’ya tavrını, radikal temsillere mahkûm etmektedir.

Yine bu tasnif, Batı’yı problem olarak tanımlayan bir İslam ve İslam’ı problem olarak tanımlayan bir Batı şeklinde bir problem ve çözüm tanımlaması yerine, bu dört boyutta problematik algıları ortaya koyarak, karşılıklı algıların iyileştirilmesine ve tek boyutlu algının yol açtığı bölünmüşlüğün ortadan kaldırılmasına kapı açacaktır.

 

Ama şunu söyleyebilirim ki; Ortadoğu'da devam etmekte olan değişim süreci, bu çalışmada açıklanan üç dışsal faktörün altında çok sancılı başladı ve sancılı biçimde devam ediyor. Süre­cin nasıl devam edeceğini ve gelecekte nasıl şekilleneceğini, bölgedeki yerel ak­törler (hükümetler, örgütler, siyasal-toplumsal hareketler) ile büyük güçler (ABD, Rusya, Fransa, İngiltere, Almanya) belirleyecektir. Geleceğe ilişkin umudum ise; mümkün olduğu kadar çabuk barışın tesis edilmesi ve sürmekte olan değişim sürecinin yeni "bağımsız demokratik rejimler" doğurmasıdır.

 

 

Büyük Ortadoğu:

BOP’un Ortadoğu için ne anlama geldiğini anlayabilmek için, sadece BOP haritasına bir göz atmak yeterlidir. BOP, küresel ekonominin şah damarı olan stratejik hammaddelerin ve geniş tüketici kitlelerin yer aldığı Ortadoğu’nun, başta Rusya olmak üzere, yükselen Çin ve Hindistan ekonomisine karşı ekonomik denetiminin sürdürülmesi, İsrail’in güvenliği ve İslam dayanışmasının önlenmesi gibi üç temel güvenlik odağında yeniden yapılandırılmasını öngörmektedir.

ABD stratejisinin beş temel ilkesini açıklayan Passig, en önemlisi kabul ettiği beşince stratejik ilkenin, “Avrasya ülkelerinin bölünmüşlüğünü devam ettirmek” olduğunu belirtir. Bu ilke zaten Ortadoğu’da uygulanan bir stratejik ilkedir. Bölünmüşlük, kimlik temelli bir olgudur ve kimliklere müdahalenin doğası da sosyolojik olacaktır.

Projenin gerçekleşmesinde, bölgedeki nüfus ve toprak itibariyle geniş hacimli devletlerin küçültülmesi; yükselen İslami kimliği nötralize edecek milliyet, mezhep ve cemaat kamplaşmalarının azami derecede kışkırtılması; bu kamplaşmaların ürettiği çatışmalarla, İslam toplumlarının kendi aralarında tam bir güvenlik kaosuna sürüklenerek, bölgedeki sivil toplum ve yönetim otoritelerinin iradelerinin kontrol altına alınması stratejisi izlenmektedir.

İslam Dünyası için öngörülen gelecek, Irak’ta bir çekirdek yapı, prototip olarak hayata geçirilmiştir. Rejim ve sınırlar değiştirilmiş, etnik ve mezhep kavgaları şiddetlenmiş, ülke halkı kendi kendini yönetemez duruma getirilmiştir.

İslam toplumlarının, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında dönüşümü, sosyolojik süreçlerin ve bu süreçlerin üreteceği krizlerin yönetilmesi ile sağlanmaktadır.

 

“Büyük Ortadoğu” kavramı özellikle seçilmiş, yeni dönemde İslam toplumlarına karşı izlenecek ana stratejiyi ve gerçekleştirilecek müdahalelerin niteliğini yansıtan bir kavramdır. Büyük Ortadoğu’nun dayanışma bağlamı, İslam olmayacaktır. Salt yerel toplumların dayanışması da olmayacaktır.

Büyük Ortadoğu kavramı, İslam coğrafyasının jeokültürel, jeopolitik ve jeoekonomik bütünlüğünü ve dayanışmasını ifade edecek tüm kavramları devre dışı bırakan bir kavramdır.

Ayrıca, Batı, özellikle de BOP kapsamında Ortadoğu’daki sınırları da, İsrail ile barışık veya İsrail’e tehdit oluşturmayacak bir formda yeniden düzenlemek istemektedir.

Bu düzenlemenin bir açılımı olan Arap Baharı’nda görüldüğü üzere, Batı, mevcut iktidarları ve toplumun iktidar yanlısı seküler ve ulusalcı kesimlerini, değişim güçlerine karşı, değişim güçlerini de iktidarlara karşı kullanarak, tam bir kaos ve iç çatışma ortamı oluşturmaktadır.

Potansiyel güç ise, radikal örgütlerle açığa çıkarılarak imha edilmektedir.Ortadoğu’da statükonun devamından veya daha da güvenlikli yeni bir formda düzenlenmesinden yana olan ülke ise, İsrail’dir. Yerel statüko güçleri, İsrail ile kendi iktidarlarına süreklilik kazandıracak bir işbirliğini hep sürdürmüşlerdir. Bu sebeple, bu yerel güçlerin iradesi ile İsrail’in stratejik iradesi paralellik arz etmektedir.Dahası, İslamofobia’yı besliyor. BOP stratejisinde, İslam’ın siyasal ve radikal temsili olarak kurgulanan rolünü gönüllü olarak oynuyor.

İslam dayanışmasının kaynağı ve dolayısıyla da jeokültürel zemini olan sivil toplumun potansiyel enerjisini, BOP stratejisinin icra edildiği çatışma sahasına kanalize ediyor.

Ortadoğu’da küresel ve yerel statüko güçlerinin baskı ve tahakkümleri ve hiçbir kayıt tanımadan güç kullanmaları karşısında, statükoya karşı direnişi temsil rolünde radikal örgütler ön plana çıkıyor.

Batı temsilinden, Batı’nın oryantalist ve neoemperyalist temsili ile iki İslam temsilinden, İslam’ın siyasal ve radikal temsili görünüşte karşı karşıya geliyor. Gerçekte ise omuz omuza BOP süreci gerçekleştiriliyor.

Genel olarak bakıldığında 2. Dünya Savaşı sonrasında doğrudan ya da dolaylı olarak neredeyse bütün sömürgecilik formları ortadan kalkmış, Filistin'e sonradan yerleşen Batılı Yahudiler (İsrail) dışında hiçbir Batılı unsur Ortadoğu 'da tutunamamıştır.

 

Esasın­da Osmanlı sonrası dönemde teknik olarak bir Yahudi devleti kurmak mümkün görünmese de İngiliz mandası döneminde Filistin bölgesine Yahudilerin göç et­mesi desteklenerek bölgedeki Yahudi nüfus arttırılmıştır. Böylelikle İsrail Devle­ti kurulmuştur.

 

Günümüzde sömürgecilik her ne kadar klasik anlamıyla Ortadoğu'da orta­dan kalkmış olsa da emperyalist siyaset özellikle ABD'nin Irak işgali nedeniy­le bölgede yeni bir safhaya girmiştir.

 

Bu nedenle Ortadoğu toplumlarını anlamak için yalnıza ortadan kalkmış sömürgeci dönemin güncel mirasını değil, sömürgeciliğin modern, yeni emperyal dinamiklerini de göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Bir başka deyişle Ortadoğu'nun otoriter re­jimlerinin varlığını sürdürmesi içsel dinamiklerin yanında dışsal dinamiklerinde etkili olduğu bir süreci ifade etmektedir.

 

Büyük Ortadoğu Projesi ve tüm ülkeleri / bölgeleri kuşatan küreselleşme sürecidir.

 

Büyük Ortadoğu Projesi Bu proje, "Amerikan menşeli" ve "Batı Avrupa destekli" bir projedir.

 

Böyle bir küresel yeniden yapılanma süreci devam etmekteyken Büyük Orta­doğu Projesi, ilk defa Nisan 2004'te ABD Kongresi'nde kabul edilen "Büyük Or­tadoğu ve Orta Asya Kalkınma Kanunu" ile gündeme getirildi. 

 

Bu kanun, ABD tarafından bazı değişiklikler yapılarak, Haziran 2004'te G-8 Zirvesi'ne taşındı "Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Ülkeleriyle Ortak Bir Gelecek ve İlerleme İçin İşbirliği Zirvesi" Nisan 2004 tarihli kanunda Orta Asya'daki 5 ülke (Kazakistan, Türkmenis­tan, Tacikistan, Özbekistan, Kırgızistan) Büyük Ortadoğu Projesi sınırlarına da­hil iken, G-8 Zirvesi'nde bu ülkeler projenin kapsamına dahil edilmediler.

 

Bunun nedeni, bölgeyi kendi nüfuz alanı olarak gören Rusya'nın (daha doğrusu Putin iktidarının) kararlı muhalefeti oldu. G-8 Zirvesi'nde sınırları daraltılan Büyük Ortadoğu Projesi, coğrafi olarak 22 Arap ülkesi ile Pakistan, Afganistan. İran. Türkiye ve İsrail'i kapsıyor. Bunlardan Türkiye ve İsrail, projenin "hedef ülke­leri değil" demokratik ortaklaradır. Yani ABD bu iki ülkeyi Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında "demokratik ortaklar" olarak görüyor. Geri kalan 25 ülke ise Büyük Ortadoğu Projesi'nin hedef ülkeleri’dir.

 

G-8 Zirvesi'nde yapılan bir başka değişiklik, sosyo-kültürel alanı kapsayan reformlarla ilgilidir. ABD Kongresi'nde kabul edilen Nisan 2004 Kanunu, sos­yo-kültürel reformlara pek yer vermez iken. G-8 Zirvesi'nde yeniden şekillendi­rilen projede sosyal reformlara daha fazla yer verildi.Bundaki amaç, sosyo-kül­türel alanı neoliberal politikalar vasıtasıyla gerçekleştirilen yeniden yapılanma sürecine uyumlu ve dışa açık hale getirmektir.

 

ABD ve diğer Batılı merkez kapitalist devlet­ler, kendi çıkarlarına göre bölge ülkelerinin ekonomik, siyasal ve sosyo-kültürel yapılarını yeniden yapılandırmayı ve böylece bu ülkeler üzerinde kendi hege­monyalarını kurmayı / sağlamlaştırmayı amaçlıyorlar.

 

Dolayısıyla küreselleşme ilerledikçe Ortadoğu toplumları da, ister istemez hem birbirleriyle hem de Batılı toplumlar ile daha sıkı ilişkiler içine girerek daha fazla dışa açık toplumlar haline geliyorlar. Küreselleşmenin yarattığı dışa açılma süreci, eş zamanlı olarak Ortadoğu toplumlarını dış etkilere (olumlu veya olumsuz) daha açık hale getiriyor.

 

Artık Ortadoğu'nun - ideolojik zeminleri ne olursa olsun fark etmez - dikta­törleri, dini liderleri, cemaatleri, hanedanları ve bir bütün olarak otoriter rejimleri kendi toplumlarını dışarıya kapatamıyorlar ve dış etkilerden uzak tutamıyorlar. Batılı toplumlarla giderek daha fazla "ilişki ve etkileşim" içine giren Ortadoğu insanı, Batı demokrasilerini örnek almaya başladı. Küreselleşmenin yarattığı ağ­ların içine dahil olan Ortadoğu halkları (özellikle işsiz, yoksul ve eğitimli genç­ler), çok haklı olarak daha fazla "demokrasi", daha fazla "özgürlük" ve daha fazla "refah" talep etmeye başladılar.

 

ABD ve Batı Avrupalı devletler, genellikle, kendilerinin çıkarlarına ters dü­şen tüm rejimleri ve devlet adamlarını "diktatörlük" ile suçluyorlar. Fakat aynı Batılı güçler, kendilerinin çıkarlarına hizmet eden / uyan rejimleri ve devlet adamlarını ise bu rejimler ve devlet adamları her ne kadar baskıcı olsalar bile "diktatör" ilan etmiyorlar.

 

Yani ABD ve diğer Batı emperyalist devletler için diktatörlüğün temel kıstası, "kendilerinin çıkarlarına karşı gel­mektir". 

 

Suriye'de ise, Mart 2011 'de başlayan sokak gösterilerini bastırmak amacıyla Beşar Esad yönetimi, kendisine bağlı orduyu, polisi ve El Muhaberat'ı kullanarak muhaliflere karşı sert önlemler aldı. Siviller dahil olmak üzere çok sayıda isyancı öldürüldü. Fakat bu sert önlemler muhalefeti bastırmayı başaramadı.

 

İç savaşla birlikte ülkede çok sayıda silahlı grup / örgüt ortaya çıktı. Ayrıca bunlara ülke dışından gelen terör örgütleri (El Kaide, Irak Şam İslam Devleti vb.) eklendi. Böylece Suriye iç savaşı hem şiddetlendi hem de karmaşıklaştı.

 

İlk başlarda (2011'de) silahlı gruplar ile Esad'a bağlı Suriye ordusu arasında savaş yaşanıyordu. 2012'den itibaren ise ülkedeki silahlı örgütler birbirleriyle savaş­maya başladılar. Bu durum sivil kayıpların artmasında önemli rol oynadı. Ayrıca karmaşıklaşan iç savaşta sivillerin hangi "örgütler tarafından öldürüldüğünü de tespit etmek giderek zorlaştı.

 

Mart 2014 itibariyle yaklaşık150 bin kişi hayatını kaybederken, yarısı çocuk olmak üzere yaklaşık 2,5 milyon Suriyeli çevre ülkelere sığındı. Bunların600 bini Türkiye'ye sığınmış bulunu­yor

 

Sonuç olarak;

 

Günümüzde jeopolitik analiz, uluslararası ilişkilerin dinamiklerinin; ulus devlet ve ideolojiler dinamiğinden, medeniyetler dinamiğine kaydığını göstermektedir.

Sözü edilen gerilimin yol açacağı kaçınılmaz değişim küresel boyutta olacaktır. Değişimin küresel boyutta olması, değişim aktörlerini ve dolayısıyla bu aktörleri motive eden dinamikleri de, örneğin-İslam Dünyası aktörlerden birisi olacak ise-İslam’ı da küresel etki rolü ile buluşturmuştur.

İslam medeniyetinin bu küresel etki rolünü yerine getirmesi, öncelikle, İslam medeniyetinin doğru temsili, bu bağlamda Batı medeniyetine bakışı ve bu medeniyet ile ilişkisinin doğasının ne olacağı ile yakından alakalıdır.

Büyük Ortadoğu Projesi Orta­doğu'daki değişimi derinden etkiliyor ve şekillendiriyor. Fakat değişim sürecinin nereye varacağını şimdiden kestirmek çok zor. Çünkü bu değişim süreci, "bağım­sız demokratik rejimler" üretebileceği gibi, merkez kapitalist devletlere bağımlı yeni "otoriter rejimler" de üretebilir.

 

Bu iki olasılıktan hangisinin gerçekleşeceği­ni veya daha başka olasılıkların gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini şimdiden söylemek mümkün değildir.

 

Nitekim hızlı değişim süreci ve sıcak çatışmalar devam ederken geleceğe ilişkin "kesin" yargılarda bulunmak, hem bilimselliğe aykırı olur hem de bizi son derece yanlış sonuçlara götürebilir. 

 

Bush Doktrini’ne göre insan onurunun tüm dünyada korunması ABD’nin temel amacıdır.

Her ulus şimdi bir karar almak zorundadır.

Ya bizimlesiniz, ya da teröristlerden yanasınız.

Bu günden sonra, terörizmi koruyan ve destekleyen hangi rejim olursa olsun Birleşik Devletler tarafından düşman bir rejim olarak addedilecektir.

 

11 Eylül 2001 saldırılarından sonra Ortadoğu’da yeni bir dönem başlamıştır. George W. Bush idaresi, terörle savaş (war on terror) adı altında global bir mücadeleye girişerek 7 Ekim 2001’de Afganistan’da Taliban Rejimi ve El Kaide’ye saldırırken, yine bu çerçevede 20 Mart 2003’te Irak’a girerek Saddam Hüseyin rejimini devirmiştir.

Bush yönetiminden sonra iktidara gelen Barack H. Obama, 4 Temmuz 2009 tarihinde Kahire Üniversitesi’nde yaptığı konuşmasında ise, Amerika ile İslam dünyası arasında yeni bir dönem açacağını belirtmiştir. Sonuç olarak 90’lı yıllarda iki kutuplu dünyanın sona ermesi, Amerika’ya Ortadoğu’da büyük bir hareket alanı sağlamış ve bölgesel sistemin de en etkin harici bir gücü olmasına yol açmıştır.

Buna paralel olarak da ABD’nin Irak’ı işgalinden Arap Baharına geçen süreçte, Ortadoğu’da yaşanan büyük olaylar sırasında Batı medyasında sıkça bölgenin sınırlarının yeniden çizildiği yorumları yapıldı. Bu yorumlara çoğu zaman da etnik kimlikleri ön plana çıkaran ve yeni devletlerin de bulunduğu haritalar eşlik etti.

Bölgeye yönelik çizilen haritaların belki de en ünlüsü, Türkiye’nin NATO’ya nota vermesine sebep olan ABD Ulusal Savaş Akademisi’nden emekli Albay Ralph Peters’in çizdiği haritaydı. “Armed Forces Journal” dergisindeki bir makalede 2006’da yer alan harita, Ortadoğu’daki ülkelerin neredeyse tamamının sınırlarını değiştirilmiş olarak gösteriyordu.

AFP’nin haber olarak geçtiği harita. AFP Fransa kökenli bir ajans olan Agence France-Press, dünyanın en eski, Associated Presse ve Reuters’dan sonra üçüncü büyük haber ajansıdır. ABD’nin Irak’ı işgali sırasında ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin ABD’li yöneticiler tarafından sık sık telaffuz edildiği günlerde ortaya çıkan harita nedeniyle ABD Dışişleri Bakanlığı, “Ortadoğu’da sınır değişikliğinin söz konusu olmadığı” yönünde açıklama yapmak zorunda kalmıştı.

Arap Baharı sonrasında yaşanan çatışmalar sırasında da Batı medyasında benzer haritalar boy göstermeye devam etti. ABD’nin Irak’ı işgali etmesi üzerine ortaya çıkan, Suriye’deki iç savaşta güçlendikten sonra yeniden Irak’a dönen IŞİD’in ülkenin geniş bir kısmını ele geçirmesi sonrasında yeni olası Ortadoğu haritaları yeniden gündeme geldi.

 

New York Times’da Eylül 2013’te yayımlanan ve Robin Wright imzasını taşıyan makalede de sınırları 100 yıl önce sömürgeci güçler tarafından çizilen ve Arap otokratlar tarafından yönetilen 5 ülkeden 14 yeni ülke ortaya çıkabileceği savunuluyordu.

Karşıt inançlar, kabileler ve etnik kimliklerin Arap Baharı’nın öngörülemeyen sonuçlarıyla birlikte bölgeyi ayrıştırdığı savunulan makaleye eşlik eden harita, Irak’taki durumun yeniden kırılgan bir hal almasıyla tekrar dünya gündemine taşındı.

Haritada, Suriye, Irak, Libya ve Yemen’deki etnik ve mezhepsel farklılıklar sınırlara yansıtılırken, federasyon, yumuşak bölünme veya otonomi ile ülkelerin çözülmeye başlayıp coğrafi ayrılıklarla yeni ülkelerin ortaya çıkabileceği ifade ediliyordu.

Haritada Suriye’nin kıyı kesimi boyunca uzanan topraklarda “Alevi devleti” kurulması öngörülürken, ülkenin kuzeyi Kürtlere geri kalanı ise Irak’ın da büyük bir kesimini içine alacak “Sünni devletine” bırakılıyor. Irak ise “Şii, Sünni ve Kürt bölgesi” olmak üzere üç parçaya ayrılmış olarak gösteriliyor.

 

ABD’de yayımlanan The Atlantic dergisinde de yer alan “Ortadoğu’nun yeni haritası” başlıklı Jeffrey Goldenberg imzalı makalede, Ortadoğu’nun gelecekte nasıl görüneceğine dair 2008 tarihinde yayımlanmış haritaya yeniden yer verilirken, “Irak’ta bölünme kaçınılmazken neden savaşalım?” ifadesini kullanıldı.

ABD’nin önde gelen yayın kuruluşlarından Wall Street Journal’da ise yer alan değerlendirmede, IŞİD Irak-Suriye sınırındaki aktifliğine dikkat çekilirken, “kumdaki çizgilere” benzetilen sınırların ortadan kalktığı görüşü dile getirildi.

Ben Winkley tarafından kaleme alınan makalede haritaya yer verilmezken, IŞİD sonrasında Irak’ın üç parçaya ayrılma ihtimalinin muhtemelden çok kesin bir sonuç olduğu” değerlendirmesi yapıldı.

İslam coğrafyalarında İslam’a mal edilen El Kaide türevi bir sürü Örgüt hortluyor; kısa sürede geniş bir alanda hâkimiyet kuruyor. Sonra vahşice cinayetler işliyor ve bir anda bütün dünyanın, haber servislerinin gözü bu örgüte dikiliyor.

Örgütün cinayetleri, vahşi yüzü dünya ve özellikle Batı kamuoyunu operasyona ikna etmek için sürekli medyadan pompalanıyor. İnsanlar dehşete düşürülüyor ve böylesi “bir canavarın bitirilmesi” gerektiği noktasında oluşturulan duyarlılık, ihtiyaç, algı tavan yapıyor.

Birden nasıl çıktı ve böylesine gelişti, büyüdü?

Bu örgütün faaliyetleri kime yarıyor?

Örgüt eliyle kimler kimlere nasıl operasyonlar çekiyor?

Operasyon sonrası Örgüt nasıl bir hal alır, kanserli hücre gibi yayılır mı?

Nerelere sıçrar, radikalizmi nasıl etkiler?

Kimse bu soruları sormuyor. Herkes imitasyon Örgütün kanlı vahşet görüntülerine odaklanıyor ve buna operasyon yapılması gerektiğine, imha edilmesi gerektiğine kilitleniyor.

Medya bazen bütün dünyayı uyutmak ve bir konuya ikna etmek için çok etkili bir illüzyon aracı olarak kullanılıyor. IŞID meselesinde de ortama pompalanan vahşet tablosunun ötesinde başka hedeflerin ve planların olduğu pek az kimse tarafında görülebiliyor.

11 Eylül sonrası süreci hatırlayın benzer tablo vardı. Afganistan’ın veIrak’ın işgali öncesi dünya, ama öncelikle Batı kamuoyu bu örgütlerin ne kadar “vahşi”, “cahil”, “Vandal” olduğuna vurgu yapıyor ve yapılacak operasyonlara ve işgallere önce kendi kamuoylarını, sonra da dünya kamuoyunu hazırlıyorlardı.

Benzer bir algı yönetim sürecini IŞID meselesinde de görüyoruz. Dün El Kaide Ortadoğu’da bazı coğrafyaların, ülkelerin işgaline gerekçe yapılmıştı; bu gün IŞID istikrarsızlaştırılan Ortadoğu’da yeni haritaların çizilmesinde “araç” olarak kullanılıyor.

ISID tarafından zorla göçe zorlanarak boşaltılan bölgeye, Müslüman olmayan kimlikteki Hıristiyan halkın göç etmesi cazip hale getirilip-yerleştirilerek, bölgenin demografik yapısını değiştirilmesi amaçlanmaktadır. Daha sonraki aşamada ise Filistin’de olduğu gibi 2.nci bir İsrail gibi,doğrudan ya da dolaylı olarak Batı yanlısı bir uydu devleti kurulması planlanmış olduğu gözlemlenmektedir.Böylelikle Ortadoğu’da islam hakimiyeti yok edilmiş olacaktır.

 

Esasın­da Osmanlı sonrası dönemde teknik olarak bir Yahudi devleti kurmak mümkün görünmese de İngiliz mandası döneminde Filistin bölgesine Yahudilerin göç et­mesi desteklenerek bölgedeki Yahudi nüfus arttırılmıştır. Böylelikle İsrail Devle­ti kurulmuştur.

Bir yönüyle Batı 100 yıl sonra Ortadoğu’da çizdiği haritalarını revize ediyor; yeniden çiziyor ve bunu “üretim” bir örgüt olan IŞID üzerinden yapıyor. IŞID gerekçesiyle yapılan tasarım nedeniyle söylemlerin aksine kazanan İran oluyor, İsrail oluyor Esed PKK ve “müstakbel büyük Kürdistan” oluyor. Kaybeden ise en başta Türkiye, Sünni Araplar ve esamisi bile okunmayan bölge Türkmenleri oluyor.  

Bölgesel aktörler, Türkiye ve İran diğer bölgesel rakiplerine karşı aktif olarak büyük güçleri kendi çatışma alanlarına çekerken sorunların çözümü için devamlı harici güçlere yönelmektedirler. Böylece dış güçlerin bölgesel çatışma konularına entegrasyonu bilinçli olarak sağlanmakta ve müdahaleleri yönünde siyasi bir gelenek oluşmaktadır.

Türkiye, son yıllardaki sosyo-ekonomik gelişmesine paralel olarak aktif bir şekilde Ortadoğu’da bölgesel güç profli göstermeye başlamıştır. Potansiyel bir merkez ülke adayı olan Türkiye, bu stratejinin yöneltildiği en önemli cepheyi teşkil etmektedir.

Bu cephenin bloke edilmesi ve dağıtılması amacıyla geliştirilen strateji ve bu stratejinin taktik safhaları çerçevesinde Türk-Kürt kimliği üzerinden yoğun bir sosyolojik savaş sürdürülmekte ve İslam bölgesinin potansiyel lider halkası dağıtılmaktadır.

Türkiye, müdahalesini Türk ve İslam dünyasındaki kimlik çeşitlenmeleri üzerinden yürüten stratejik akla karşı fonksiyonel bir İslam/Ortadoğu jeopolitiğine medeniyet temelli bir açılım sağlayabilir.

Türkiye’deki milli kültürel uyanış da, Türkiye’ye muazzam bir jeopolitik destek sağlayacaktır. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nde ve ortadoğu’da dayanışmacı ruhun gelişmesini sağlayacak ve Türkiye’yi bu dayanışmanın önderi kılacaktır. Bu da, Türkiye’yi dünyada üstün bir konuma getirecek jeopolitik bir konuma yol açacaktır.

 

Türkiye güney sınırlarının Rusya ve İran tarafından işgalini kaldıramaz.

Bu iki ülke tarafından çevrelenmeyi hazmedemez.

Türkiye, Arap/İslam dünyasıyla ilişkilerini, coğrafi bağlantılarının Rusya/İran vesayetine bağlanmasını içine sindiremez.

 

Türkiye'nin gelecek hesapları için bu ölümcül bir kayıp olur.

Güney sınırlarımızda vesayet kabul edilemez.

Türkiye, siyasal ve radikal örgütlerin kaosa çevirdiği Ortadoğu’da, temel hak ve özgürlükleri ve demokratik değerleri temsil eden yeni bir değişim gücünü destekleyecek ve inkişaf ettirebilecektir.Toplumsal değişim ve eğilimdaha güçlü tarih yapıcı rolalacak. Bu dönemde en güçlü yatırım “kültürel iktidar” için olacak.

 

Suriye’deki Esed rejimi 5 milyona yakın sayıdaki insanı mülteci durumuna düşürmesi yüzünden büyük oranda meşruiyetini kaybetmiş olmasına rağmen Rusya, Çin ve İran’ın destekleri ile ayakta kalmaya devam etmektedir.

 

Rus yönetici elitinin algılamasına göre aslında Orta Doğu’da yaşananlar oldukça anlaşılır. Bu anlayışa göre, Washington eski müttefiki Mübarek’i Mısır’daki nüfuzunu korumak için kenara atmıştır. Libya’da petrol anlaşmalarını korumak için savaş başlatmışlardır. ABD donanmasının 5. Filosu orada olduğu için Suudi Arabistan’ın Bahreyn’deki olaylara karışmasına göz yummuşlardır.

Rusya bölgenin şekillenmesinde ABD, İran’ın Arap dünyasındaki yegâne ortağı olan Esed’i devirmeye çalışmasına dur demektedir. Savaş arzu edilmeyen bir şeydir çünkü ABD ile İran arasındaki bir savaş Kuzey Kafkasya ve Orta Asya bölgelerinde istikrarsızlığa sebep olabilir.

Rusya, Suriye’de durum kontrolden çıkarsa bunun parçalanmış bir Suriye’ye ve arkasından bütün Orta Doğu’yu saran bir krize yol açacağını düşünmektedir.

Rusya, Arkasına Batı’nın da desteğini alan Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi ülkelerden oluşan Sünni bloğun karşısında Suriye ve İran’ın oluşturduğu Şii bloğu destekleyerek denge oluşturmaya çalışmaktadır.

Orta Doğu Araştırmaları Enstitüsü’nden Yu. B. Şeglovin’e göre Esed rejiminin sona ermesi bölgede Sünni-Şii dengesini Şiiler aleyhine daha fazla bozacaktır. Bu denge bölgede istikrarın garantisidir ve Batı’nın bölgede hayati jeopolitik kararlar alınmasında tekel haline gelmesinin önündeki engeldir.Suriye düşerse sıra İran’a gelecek ve Orta Doğu’da dengeler tamamıyla bozulacaktır.

Rusya’nın Orta Doğu bölgesinde işinin daha da zorlaşacağı anlamına gelecektir. Sanki Rusya ve ABD Şam’a kimin hâkim olacağına dair gizlice son kapışmaya hazırlanmaktadırlar.

Rusya Orta Doğu’da elinde kalan son ortağı Suriye’yi kaybederse Orta Doğu barış sürecinin dışında kalma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

 

Rusya’nın Suriye’deki gelişmelere kayıtsız kalmamasının arkasında yatan sebeplerden birisi de “Arap Baharı”nın etkilerinin Rusya’ya da sıçrayabileceği endişesidir.

Rusya Orta Doğu’daki gelişmeleri dikkatle takip etmektedir. Putin’i üçüncü kez iktidara taşıyan seçimlerden önce ve sonra önemli şehirlerde muhalif grupların protesto gösterileri ve mitingleri Rusya’nın bu konudaki endişelerini artırmıştır. Rusya açısından bakıldığında Arap Baharı ruhunun Kuzey Kafkasya, Volga boyları ve Sibirya üzerinden merkeze doğru sıçraması istenilmeyen bir gelişme olacaktır.

Rusya açısından Suriye’deki rejimin niteliğiyle ilgili bir sorun bulunmamaktadır. Suriye gibi bir ülke düşünüldüğünde mevcut durum Moskova için en kabul edilebilir seçenektir. Moskova, mevcut rejimin devrilmesinden sonra iktidarın Müslüman Kardeşler gibi grupların eline geçmesi ihtimalini düşünmek bile istememektedir. Böyle bir ihtimalin gerçeğe dönüşmesi durumunda bu durumun kendi bünyesindeki Müslüman nüfus üzerinde olumsuz etki doğuracağından endişelenmektedir.

 

Rusya Stratejik Araştırma Enstitüsü Başkanı Leonid Reşetnikov’a göre bu tehlike oldukça ciddidir. Öyleki Moskova bu endişesinden dolayı Suriye’deki olaylardan kaçarak tarihi vatanları olan Kuzey Kafkasya cumhuriyetlerine gitmek isteyen ve bu isteklerini Rus makamlarına yüksek sesle dile getiren çoğunluğu Çerkez olmak üzere binlerce Kafkas asıllı Müslüman Suriye vatandaşının isteklerini görmemezlikten gelemez.

 

 

KAYNAKLAR VE OKUMALAR:

 

1-Kemal Kahraman, Çağdaş Sömürge İmparatorluğu,Seha Neşriyat; 1989- İstanbul

2-Immanuel Wallersteın, jeopolitik ve jeokültür Çev. Mustafa Özel,  İz Yayıncılık, İst.-1993

3-Amerikan Fundamentalizminin tarihi yapısı ve islam gerçeği Çev. Osman Şekerci, Sinan Yayınevi

4- Yusuf Çağlayan, Sosyolojik Savaş, Etkileşim yayın-2013 –İstanbul

5-Yusuf Çağlayan,Ortadoğu ve Türkiye Geleceği“İki Batı ve İki İslam” Köprü Dergisi, Kış/2015, Sayı:129 

6-orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/2013419_Ortado%C4%9Fu'da%20Kimlik%20Sorunu.

7- Mehmet Şahin,Yapısal İNŞACILIK Kapsamınsa SURİYE Sorunu Aksaray ünv.  İİBF Dergisi [S.1],Ss.19-26,

8-http://www.yeniakit.com.tr/haber/iste-haritalarda-yeni-ortadogu-plani-84793.html

9-http://www.yenisafak.com/yazarlar/ibrahimkaragul/1-kasim-ucuncu-altin-cagin-baslangicidir-2022899

10- Ahmet Davutoğlu, Divan İlmî Araştırmalar dergisi, 1997, İstanbul.

11- Hüseyin Dayı, Önce Vatan Gazetesi, 2003, İstanbul.

Okunma 9809 defa Son Düzenlenme Perşembe, 10 Aralık 2015 20:19
Yorum eklemek için giriş yapın