Cuma, 10 Nisan 2015 00:00

BM'nin Küresel Entegrasyon Süreci Nasıl Olmalı?

Yazan
Öğeyi Oyla
(0 oy)

Erdoğan'ın Davos'taki “one minute” sözü nasıl ki, İran eski Cumhurbaşkanı Ahmedinejad'ın “İsrail'i haritadan sileceğiz” sloganından daha etkin olmuşsa, “Dünya beşten büyüktür” sözünün de “BM tasfiye olsun, NATO ortadan kalksın” sloganından daha etkin, gerçekçi ve uygulanabilir olduğu unutulmamalıdır.

BM’nin Küresel Entegrasyon Süreci Nasıl Olmalı?

Devletlerarası küresel yönetim mekanizmasında Birleşmiş Milletler (BM) en merkezi, en evrensel, ama bir o kadar da en verimsiz topluluk haline dönüşmüştür. Doğum kontrolünden, kamu sağlığına, çevre kirliliğine kadar birçok meselede rol almasına rağmen çatışma alanlarında kanın durması konusunda etki alanını gittikçe daraltmış bir projeksiyon sergilemektedir. BM'nin bu açıdan doğru pozisyon alacağı en önemli ayağı kolektif güç siyaseti olması gerekirken, bu inisiyatif beş ülkenin insafına bırakılmıştır. Güçlü devletler devrinde olduğumuz inkâr edilemez bir vakıadır. Yıkıcı ve zorlayıcı güç anlamında, insanlık tarihinin en güçlü devletleriyle birlikte yaşıyoruz. Tarihte daha önce hiçbir zaman tek bir devlet bugün ABD'nin sahip olduğu rakipsiz askeri gücü elinde bulundurmadı. Bu askeri gücü ve üstünlüğü, II. Dünya Savaşı'ndan sonra oluşturduğu ekonomi, siyaset ve kültürel hegemonyasıyla bu günlere taşımayı başardı.

BM, bu küresel üstünlük mekanizmasının aşırı yüklenmesini absorbe edecek şekilde güçlü paydaşlarla dengeye getirildiği bir yapıya sahip işlev görmektedir. BM'nin içyapısı ve işleyişi itibarıyla çözülmesi gereken yığınla sorunu vardır ve bu yeni bir şey değildir. BM'de 1990'da başlayan reform çalışmaları, idari ve mali reformlar dışında ne yazık ki reel politik olarak küresel düzlemde hiçbir yansıması olmamış ve etkili bir sonuç vermemiştir. Özellikle Güvenlik Konseyi'nin veto ve üye sayısı konusu kangrene dönüşmüş sorunların başında gelmektedir. Yakın gelecekte de bu sorunlar konusunda köklü reformlar yapılması maalesef beklenmemektedir.
BM'nin Genel Tavrı
BM'nin 2000 yılındaki Binyıl Zirvesi öncesi Genel Sekreter Kofi Annan'ın sunduğu raporda tartışılması kararlaştırılan ve BM'yi bekleyen sorunlar içinde; ülke içi çatışmalar, etnik savaşlar, bunun yanında BM kurumlarının ve organlarının azalan prestij ve meşruiyeti vardı. Her şeyden önemlisi de ulusal egemenlik kavramının insan hakları ihlalleri için kalkan olarak kullanılması sorunu vardı. Doğu blokunun yıkılmasıyla BM'nin mevcut düzeninin, bazı ülkelerin içindeki etnik ve milliyetçi çatışmaları maskelediği açıkça bilinmektedir. Bugün hala BM'nin karar ve icra mekanizmaları Suriye'de süren savaşı, ulusal egemenlik kavramının içine hapsetmiş bir şekilde görme eğilimindedirler.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, küresel ve bölgesel ölçekli sorunlara karşı BM'nin etkin bir pozisyon sergilemediğini sıklıkla dile getirmekte ve doğruyu savunma konusunda BM'nin çok daha cesur davranması gerektiğinin altını çizmektedir. Bu bağlamda değerlendirme yaptığımızda; Erdoğan'ın BM Antlaşması'nın amaçlarından 2. Maddesi olan “ulusların hak ve eşitliği ilkesine ve kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesi ilkesi(self-determinasyon)'ne vurgu yaptığı çok açıktır.
Self- determinasyon kavramının iki yönü vardır: Birincisi; “iç self-determinasyon” yani halkların kendi ülkeleri içinde siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel sistemini seçebilmesini anlatır. İkincisi; “dış self-determinasyon” ise halkların bağımsızlık ya da başka bir devlete katılmak dâhil olmak üzere siyasal statülerini ve kimliklerini belirlemesi hakkıdır. Fakat bu hak, BM'de daimi üyelerin kendi hegemonyaları ve çıkarları çizgisinde, sadece sömürgeci, ırkçı ya da yabancı bir yönetim altında bulunan halkların “self-determinasyon” hakkı olduğu şeklinde uygulana gelmiştir. Bu açıdan BM'nin bir askeri müdahalesini ancak Güvenlik Konseyi'nin daimi üyeleri yetki verdiği zaman meşru görme şeklindeki uygulamanın acilen gözden geçirilmesi gerekmektedir.
Teröre karşı küresel savaş
Söz konusu daimi üyelerin konumu ve gücü de II. Dünya Savaşı ertesine kadar giden bir güç dengesine dayanır. Bu mevcut durum, gerek zamanın küresel ruhuna gerekse Almanya, Brezilya, Hindistan, Japonya ve Türkiye gibi ülkelerin dünya çapındaki yükselişini ve temsiliyetini yansıtmaktan acizdir. Bu handikaplar ve kurumsal sorunlar BM'yi sıkıntılı ve çelişkili bir pozisyona itmektedir. Bahsettiğimiz orantısız güç dengesi, BM Güvenlik Konseyi'nin II. Dünya Savaşının galip güçlerine “veto yetkisi” tanırken diğer ülkeleri, karar mekanizmalarının içinde varmış gibi gösteren atraksiyonlarla aslında marjinalize eden sorunları da beraberinde getirmiştir. Bu tür kurumsal ve doktrinsel güçlükler karşısında, John Rawls gibi kimi felsefeciler insan haklarının uluslararası adaletteki misyonunu mikro düzeye indirgeyerek ilginç bir şekilde “demokrasinin bir insan hakkı olmadığını” iddia edebilmektedirler.
Nitekim sözde demokrasi için Bush döneminin “teröre karşı küresel savaş” ideolojisi neticesinde insan hakları ve özgürlükler hiçe sayılmış, Irak ve Afganistan'daki yıkıcı etkilerine bütün dünya açık bir şekilde şahit olmuştu. Ve ne yazık ki aradan geçen onca yıla rağmen sorunlar çözüme kavuşmadığı gibi kangrene dönüştü. Aynı şekilde Arap Baharı'nın uyandırdığı umutlar yerini beş yıldır süren soğuk ve fırtınalı bir Suriye kışına bıraktı. Suriye Baas rejimini cesaretlendiren etkenlerin başında hiç kuşkusuz Mısır'da gerçekleşen darbeye “demokrasi havarilerinin” destek vermesini söyleyebiliriz.

Dünya Beşten Büyüktür!
Esad rejiminin sivil halka yönelik kimyasal silah kullanması karşısında hâlihazırda insan haklarının nasıl savunulabileceğine dair ikilemler olanca çıplaklığıyla dünyanın karşısında durmaktadır. Bir taraftan, bütün dünyada “insani müdahaleler”e dair bir bıkkınlık söz konusu iken diğer taraftan ABD Başkanı Obama'nın bu konuda açıkça sergilediği gel-gitler, kimyasal silahların yasaklanması veya uluslararası insan haklarının korunması gibi konularda ikilemler yaşandığını göstermektedir. “Dünya barışı” için nöbet tutan BM Güvenlik Konseyi'nin beş daimi ülkesi, aynı zamanda dünyanın en çok silah üreten ve satan beş ülkesidir. Paradoksal bir şekilde dünya barışını sağlama görevi onlara ait görünürken diğer taraftan da savaşın tüccarlığını yapmaktadırlar. Bu yaman çelişkilerden bir an önce kurtulmak için BM'de restorasyondan önce beş daimi ülkenin veto yetkisi konusunda radikal bir revizyona gidilmesi gerekmektedir.
Bu veto sistemi hiçbir demokratik algıya uygun olmadığı gibi, evrensel vicdana da tamamen aykırı, dışlayıcı ve sekter bir bakış açısını yansıtmaktadır. Adil ve hakça güvenilir bir vizyon için BM'deki daimi üye sayısı farklı formüllerle –bölgelere, nüfusuna ve hatta demografik yapısına göre- genişletilip, her bölgeden ülkelerin ortak mutabakatıyla temsilci ülke sıfatıyla o ülkeleri temsil edecek alt ve üst kurulların belirlenmesi gerekmektedir. Bu temsil edilebilme ve meşruiyet sorunu halledildikten sonra da mutlaka, BM'nin bir ülkenin içişlerine meşru biçimde müdahale edebileceği koşulları net ve şeffaf bir şekilde ortaya koyacak yeni bir “İnsani Müdahaleler Yasası”na ihtiyaç vardır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın sıklıkla dünya gündemine getirdiği “Dünya beşten büyüktür” sözü bu manada önemli bir anlam kazanmaktadır. Fakat ne yazık ki, bırakın BM'de bu konunun tartışılmasını, entelektüel düzeyde bile tartışılır hale gelmemiştir. Erdoğan'ın Davos'taki “one minute” sözü nasıl ki, İran eski Cumhurbaşkanı Ahmedinejad'ın “İsrail'i haritadan sileceğiz” sloganından daha etkin olmuşsa, “Dünya beşten büyüktür” sözünün de “BM tasfiye olsun, NATO ortadan kalksın” sloganından daha etkin, gerçekçi ve uygulanabilir olduğu unutulmamalıdır.

*2 Nisan 2015 Yeni Şafak’ta yayınlanmıştır.

 

 

 

 

Okunma 3418 defa Son Düzenlenme Salı, 16 Haziran 2015 15:00
Hüseyin Caner AKKURT

Araştırmacı-Yazar

Yorum eklemek için giriş yapın