BM’nin kararıyla kurulan İsrail Devleti, Ortadoğu’da devlet olarak tanınması için dünyaya verdiği mesajda demokrasinin, insan hak ve özgürlüklerinin güvencesi olacağı vurgusunu yapa yapa devlet olmayı ve tanınmayı başardı. Kurulduğundan bu güne kadar da Batı dünyasında Yahudi lobilerinin kazandığı etkinlikle, Güvenlik Konseyi’nin aldığı kararları da devre dışı bırakacak özel imtiyazlar kazandı, hakkında alınmış hiçbir karara uymadı. Gerek Batılı rejimler tarafından gerekse Siyonist- Evangelist lobilerin marifetiyle “gerekli kötü” olarak küresel emperyalizm tarafından İslam dünyasına karşı kullanılmaya devam etmektedir.
ABD seçimlerinin hemen arkasından yapılan son Gazze saldırıları bir kez daha göstermiştir ki, Barak Obama’nın 2009’da Kahire’de yaptığı konuşmada, “İsrail’in, Filistin’in, Amerika’nın ve dünyanın çıkarının iki devletli çözümde” yattığını söylemesine rağmen, bir yandan İsrail lobisinin, diğer yandan Hıristiyan Siyonist(Evangelist) lobinin baskısı altında olan Washington’ın İsrail devlet terörüne sağladığı kayıtsız şartsız destek II. Obama döneminde de devam edecektir. Aslında lobilerin ve meclisteki Cumhuriyetçiler’in kıskacında olan Obama yönetiminin son Gazze saldırılarında İsrail’in “kendini savunma hakkını” desteklediklerini defalarca yinelemesi öyle sanıldığı gibi beklenmeyen bir tavır değildir. İkili ilişkiler idealize ettikleri şekliyle mecrasında akmadığı ve oyun kurucu başrolü, zaman zaman kendi kurgusuyla devam ettiremediği için, yönetimsel olarak Obama’yla sorunlu bir ilişkisi olan İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu; elini güçlendirmek için, Gazze saldırısıyla bir hamlede birçok kuşu vurma, yani kendi menfaati açısından bir sinerji oluşturma peşindedir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
Birincisi: Bilinmelidir ki İsrail’de ve dışında yaşayan Yahudi dünyasının tamamı monoblog bir yapıda değildir. Bu yüzden Ocak 2013’teki seçimler öncesi muhtemel yeni iktidarını güvence altına alarak ve alt yapısını güçlendirerek taraftarlarına ve kararsız seçmene Siyonizm’in ve İsrail’in güvenlik stratejisinin hamisi olduğu mesajını vermek. Nitekim saldırıların adını Tevrat’tan esinlenerek “bulut sütunu” gibi bir metaforu koyması ‘background’unun ne olduğunu ispatlamaktadır.
İkincisi: ABD’nin yeni dönemde, Filistin sorununa ve İsrail’e karşı reflekslerini küresel ölçekte test etmek ve onaylatmak.
Üçüncüsü: Böylelikle II. Obama yönetiminin İsrail’i zora sokacak Ortadoğu politikaları geliştireceği tezine karşı, Obama’nın yanlarında olduğunu dünya kamuoyuna bir kez daha ispatlamak. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi İsrail, Filistin sorununda ABD’yi kendisinin belirlediği strateji içinde hareket kabiliyeti geliştirmesi arzusundaydı. Obama’nın başkan olduğundan bu güne İsrail’i ziyaret etmemesine rağmen Neteanyahu yönetimi Obama’nın yanlarında olduğu gerçeğini sürekli dünyaya enforme etmeye çalışmıştır. Örneğin ABD’de seçim öncesi Cumhuriyetçi adayların Başkan Obama’yı, İsrail’i bölgede korumasız ve uluslararası arenada yalnız bırakmakla suçlamaları faydadan çok zarar vereceği düşüncesiyle, yani İsrail’in pozisyonu ve imajı noktasında aleyhine katalizör işlev göreceği zehabına kapılmış olacaklar ki, Amerikan seçimleri öncesi Romney halen İsrail’deyken Amerikan televizyonlarına röportajlar veren İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak kendi siyasi ve askeri kariyeri sırasında Obama’dan daha fazla İsrail’in güvenliğine hassasiyet gösteren bir başkan tanımadığını söyleyerek başta Cumhuriyetçiler olmak üzere, bir çok çevreyi şaşırtmıştır.
Dördüncüsü: İsrail’in ittifak halinde olduğu Hüsnü Mübarek yönetiminden sonra şiddetle karşı çıktığı hatta biraz da korktuğu, ABD’nin de tereddütlü ve temkinli yaklaştığı 84 yıllık İslami muhalefet birikimi olan ve bu süreçte Siyonizm’e karşı tavrı malum olan İhvan-ı Müslimin’in yani Muhammed Mursi yönetiminin Filistin Meselesinde gücünü ve elindeki kozları kullanmaya cesaret edip edemeyeceğini ölçmek. Zira Mursi ABD’yle ‘karşılıklı saygı’ya dayanan bir ilişki talep etmiş ve Camp David Anlaşması’nın sadece İsrail’le barış değil, Filistin işgalinin sona ermesini de içerdiğini vurgulamıştı.
Beşincisi: Amerika’da dış politika uzmanlarının, önümüzdeki aylarda ABD’nin İran’la hükümet düzeyinde doğrudan temaslara başlayabileceğini; İran’ın nükleer tesislerine yönelik askeri bir saldırıyı önlemek için bunun belki de son diplomatik çaba olacağını dillendirdikleri bir dönemde İsrail’in bu kadar geniş kapsamlı bir saldırıyla İran’ın müdahil olmadığı bir Filistin kurtuluş mücadelesi olmayacağı ön görüsüyle İran’ı kaosun içine çekmek ve böylelikle zayıf olmasına rağmen muhtemel bir ABD-İran temasının, Obama hükümetinin Gazze saldırılarında yaklaşımı ortada iken İran’ın daha başından reddedeceği teziyle İran cephesinden önünü tıkamak.
Şu bir gerçek ki, bütün dünyada sistemli ve hızlı değişimler yaşanmaya, ulus devletler etki alanlarını kaybetmeye başladılar. Bu yeni oluşumda dünyanın düz hale getirilmesi anlamına da gelen “küresel devlet”e doğru evrilmeye yüz tutmuş görünmektedir. Obama yönetimi bölgeye doğrudan müdahale eden güç unsuru olmaktan ziyade “geriden liderlik” yaklaşımını yönetimsel ve stratejik politik bir duruş olarak benimse(t)me çabası içindedir. Ancak gerek Obama’nın gerekse ondan önceki ABD yönetimlerinin çıkarlarla idealler çatıştığında her zaman çıkarları önceleyen projeksiyonlar ortaya koyduğu da unutulmamalıdır. Güvenlik algısı ve ekonomik çıkarlar söz konusu olduğunda insan hakları ve demokrasiden yana tercih kullandıkları görülmemiştir. Bu tavır ve yaklaşım I. Obama yönetiminde belirgin bir şekilde dikkat çekmiş ve en önemli şeyin ABD’nin menfaatleri olduğunu, iç ve dış siyasette öne çıkarmıştır. Son seçim kampanyasının daha başlarında Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın “Bin Ladin öldü ama General Motors ayakta!” sloganının sadece slogandan ibaret olmadığı görülmüştür. II. Obama döneminde de bu, pratiğe dönük önemli bir retorik olarak devam edeceğe benzer.
Michael Mann “Demokrasinin Karanlık Yüzü” kitabında; “kötülük uygarlığımızın dışından, ‘ilkel’ deme arzusu duyduğumuz ayrı bir alemden gelmez. Kötülüğü yaratan uygarlığın ta kendisidir” der.
Batı dünyası “kötülük” olarak yarattığı İsrail’i “gerekli kötü” yapmaktan ve görmekten vazgeçmesi yakın gelecekte olası görülmemektedir. İsrail’in de önümüzdeki dönemde şahin başbakanı Netanyahu hükümetiyle yola devam edeceği düşünüldüğünde meşru bir devlet paradigması içinde hareket etmek yerine histerik nöbetlerle pozisyonunu koruyacağı anlaşılmaktadır.
İslam dünyasına gelince… Maalesef reel ortak bir güvenlik politikası geliştir(e)memesi önümüzde en önemli handikaptır. Başbakan Erdoğan’ın Mısır temaslarında üzerinde durduğu asıl konu budur. Bu açıdan AK Parti hükümeti, Mısırda Mursi yönetiminin iktidara gelmesiyle dış politikada kendine desteğin artacağını değerlendirmekte, Filistin meselesinde ve İsrail’e karşı elinin güçleneceğini düşünmektedir. Arap Birliği’nin ve İslam İşbirliği Teşkilatı’nın ‘körler ve sağırlar birbirini ağırlar’ pozisyonunda bir yaklaşımda olduğunu, bu durumu bir an önce reforme etmek gerektiğini vurgulamıştır. Ne yazık ki bahsi geçen kuruluşlar ‘reaktif’ bir strateji bile benimseyemezken, Erdoğan ‘proaktif’ bir siyasetten bahsetmektedir. Erdoğan’ın ‘network’ünde olan bu paradigmaya mutlaka İran ve Suudi Arabistan dahil edilerek körfez ülkelerini de kapsayacak bir güç kalkanı, karar mekanizması oluşturulmalıdır. Ancak bu konsensüs için gerekli adımlar atılırsa Ali Bulaç’ın öne sürdüğü “Ortak Savunma ve İslam Barış Gücü” kurma tezi de değer bulur.
Başbakan Erdoğan’ın tüm dünyanın önünde “one minute” çıkışıyla ve Mavi Marmara olayıyla, İsrail’le ipleri koparmasının İslam dünyasında oluşturduğu rüzgarın hiç kuşkusuz İran’ın yıllardır “İsrail’i yeryüzünden, haritadan sileceğiz!” retoriğinden çok daha etkili ve gerçekçi olduğunu İran da anlamış olması ya da anlaması gerekir.
Son olarak Erdoğan’ın Kahire Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada “gevşemeyin, asla hüzünlenmeyin, inanıyorsanız üstün gelecek olan sizsiniz” mealindeki Al-i İmran Suresi 139. Ayetini okuyarak İslami referansları öncelemesi, “Gazze katliamının hesabı mutlaka sorulacaktır” demesi ve İsrail’i terörist devlet olarak tanımlaması ileriye yönelik, retorikte kalmamak şartıyla en az “one minute” kadar önemlidir ve ümitlerimizi tekrar yeşertmiştir.