Fransız ihtilalinden sonra dünya büyük bir kırılma dönemi yaşamış ve yepyeni fay hatları meydana gelmiştir. Fransız ihtilali öncesinde dünyada üç temel parametre her şeyi belirliyordu. Bunlardan biri feodalizmdi, diğeri din eksenli devletler ya da yapılar ve örgütlenmeler, bir diğeri de imparatorluklardı. Fransız İhtilaliyle, sanayileşme devrimiyle bu üç ana parametre, başka parametrelere evrildi. İmparatorluklar; ulus devletlere, din eksenli devletler; seküler, laik yapılara, feodalizm de modernizme dönüştü. Fransız İhtilalinden günümüze kadar bu üç temel parametre dünyadaki bütün devletleri, kurumları, insanların hayatlarını, yaşam biçimlerini, düşünüş biçimlerini, ilişki biçimlerini, bilimi, ekonomik anlayışı vs. her şeyi kuşatma altına aldı.
21. yüzyıl da benzeri bir büyük kırılmaya sahne olmaktadır. Küreselleşmenin sınır tanımadığı, iletişim çağının dünyayı tek düze hale getirdiği, farklı medeniyetlerin ve kültürlerin dahi homojen hale gelmeye başladığı bu yeni çağda bahsettiğimiz parametrelerin yerini yenileri almakta ve dünya bir hercümercin bir kaosun içine girmiş durumdadır. Ve taşların ne zaman yerine oturacağı tam kestirilememektedir. Küreselleşmenin en yoğun dönemlerinin yaşandığı böyle bir kırılma döneminde yeni oluşacak parametreleri; etkin ve güçlü olgularla doldurmak, stratejik bir pozisyon almak gerekiyor. Bu açıdan sivil toplum örgütlenmelerinin(STÖ) bu büyük kırılma döneminden yeni ve farklı düzenlere geçerken konumu, önemi ve etkinlik potansiyeli ne olmalıdır; bunun çok ciddi analizlerinin, sosyolojik ve psikolojik saha araştırmalarının yapılması gerekir.
Anadolu’nun en eski STÖ’nden olan Ahilik kurumu esasında, sadece yılda bir gün yada bir hafta folklorik algılamalara kutlanması ve sadece esnaf dayanışma teşkilatı gibi bir kategoride değerlendirilmesi bizim tarih yorumumuzun ne kadar sığ ve dar bir alana hapsedildiğinin ve sivil toplum örgütlenmelerinin ne kadar tarih felsefesinden, ahilik kurumunun temel ruhundan uzak olduğunun iz düşümleridir.
Türkler Anadolu’ya geldikleri zaman bu topraklarda yerli unsurlardan oluşan Ermeni ve Rum tüccarlar, zanaatkarlar vardı. Gelen göç toplumu onlar karşısında bir varlık gösterme yetisine sahip değildi; önemli ve büyük bir asimetrik rekabet söz konusuydu ve yerli tüccarlar onları bir çırpıda tarumar edecek güçteydiler. Hacı Bektaş-ı Veli’nin tavsiyeleriyle kurulan Fütüvvet Teşkilatından esinlenen Ahilik hareketinin ana amaçlarından biri de ortak hareket etme refleksini örgütlü olarak hayata geçirmekti ve Türklerin gücünün Anadolu’da yok edilmesine müsaade etmedi.
Yaptığı projelerle böyle büyük bir riski önlemiş oldu. Sonraları Ahilik Teşkilatı öyle etkin bir güç haline geldi ki Anadolu ‘da, dönemin en büyük emperyalist gücü olan Moğollar bu STÖ’nü tasfiye edemezsek, bu toprakları işgal etmek mümkün değil diye planlar kurmaya başladılar. Moğolların temel emperyal stratejileri; İşgal edecekleri yerlerde öncelikle sosyolojik saha analizleri yapar, başat güçleri tespit eder ve onların içinden güçlü olanına karşı zayıf olanları destekleyerek onları zorunlu çatışma ortamlarına iterlerdi. Bölgede zaaf oluşunca da o bölgeyi en zalim ve şedit yönlerini öne çıkararak işgal ederlerdi. Anadolu’da o dönem iki başat unsur vardı. Bunlardan biri Ahiler , diğeri Mevlevilerdi ve iki harekette kökende tasavvufi ekole dayanıyordu. Moğollar, Mevlevilere destek vererek Ahilerle aralarını açarak, iki grubu kıyasıya çatıştırdılar ve sonra işgal ettiler. Buradaki mesele işgalin anlatılması değil elbette. Vurgulamaya çalıştığımız ana tema şudur: Büyük bir emperyal devlet, başka bir devleti ya da büyük bir coğrafyayı işgal etmeden o bölgedeki STÖ’nün etki ve güç potansiyelini önemsiyor ve bu gücün bertaraf edilmeden, etkisiz kılmadan bölgeye hakim olamayacağının farkındalığıdır.
Ahilerin bu etki ve güç potansiyelini kazanana kadarki gelişimlerine ve stratejilerine tekrar dönecek olursak; bilindiği üzere Ahiler “debbağ” idiler. Yani deri tabaklarlardı. Ahilerin hanımları erkeklerinin işleme imkanı olmayan yünleri attıklarını görünce yeni bir proje geliştirdiler ve eşlerinden kendilerine bu yünleri ekonomiye kazanabilecekleri bir yün işleme tesisi kurmalarını istediler. Bu yün işleme atölyesinde yünü işleyip, dokuyup hazır kumaş haline getirdiler ve bugünün tabiriyle adeta stilistlik yaparak bunları konfeksiyon haline getirmeye başladılar. Bu faaliyet Ahi Teşkilatının bünyesinde “kadınlar kolu” olarak her yerde teşkilatlanmaya başladı ve ortaya çok ortaklı büyük bir holding haline gelen “Bacıyan-ı Rum” ortaya çıkmış oldu. Daha sonraları bu Ahi hanımları Yeniçerilerin bütün kıyafetlerini, aynı zamanda kendileri stilize ederek üretmeye başladılar. Çok büyük paralar kazanmaya başlamışlardı. Bu paralarla şahsi mal mülk edinmek yerine kervansaraylara harcadılar. Müthiş stratejik bir projeyle, konar-göçer Yörük toplumlarının şehre alışverişe geldiğinde konaklaması için bugünün beş yıldızlı otelleri diyebileceğimiz kervansarayları yaptılar. Bu kervansaraylar Yörük toplumunu göçebe hayattan kurtarıp, yada vazgeçirip diyelim; yerleşik hayata geçirerek toplumsal olarak güçlenme projesinin temellerini oluşturmuştur. Yapılan bu tesislerde şehre alış-verişe gelen göçmenleri ücretsiz olarak konaklatıyorlar, bunlara mükellef yemekler sunuyorlar, sırtlarına güzel elbiseler, ve üstelik giderlerken de ceplerine para koyuyorlardı. Göçmen olan bir insan, bu şartlarla donatılmış bir kervansarayda 4-5 gün kalınca; dağın çilesiyle, şehrin konforu arasında bir çelişki yaşıyor ve sonunda şehri tercih ederek yerleşik düzene geçiyorlardı. Bu projeyi tarih boyunca yapılan ender büyük sosyolojik projelerden biri olarak değerlendirmek gerekir.
Eric Hoffer’in tabiriyle Ahiler biliyorlardı ki, “tarihte büyük eser yaratan kişiler,hep büyük şehirlerde ortaya çıkmıştır. Yaratıcı kişiler köyde, ormanda, kırda, dağ başlarında ortaya çıkmıyorlardı. Nasıl çıksın ki; yabancı şeylerin hoş karşılanmadığı ortamda ne yaratılabilir ki? İnsan şehirde insanlığını bulmuştur. Şehir olmaksızın insan da bir şey değildir. Ancak ne var ki insanı kokuşturan, dejenere eden de şehirdir. Eğer biz şehirlerimizi yaşayabilir ve yaşanabilir kılmazsak bazı büyük ulusların ölümünü görebiliriz" (E. Hoffer, Kesin İnançlılar, Platofilm yayınları, 2011)
Moğolların istilaları sırasında Ahileri darmaduman etmelerine, büyük katliamlar yapmalarına rağmen Ahiler pes etmiyorlar ve her biri uç boylarına kaçarak toplumsal faaliyetlerine devam ediyorlardı. Bir sivil toplum örgütü öyle bir maya oluşturmuştu ki; paralarının ellerinden gitmiş olması, yerlerinden yurtlarından kaçmak zorunda kalmaları, yerleşik düzenlerinden olmaları onların üretim kabiliyetlerini sıfırlamıyor, yeniden teşkilatlanarak güçlenmeye devam ediyorlardı. Düşünün o dönemlerde kurulma aşamasındaki Osmanlı’nın kuruluşuna vaziyet ediyorlar, destek veriyorlar ve şaşırtıcı bir şekilde diyorlardı ki: “ Devlet yönetimine ne Mevlevileri ne de bizi almayacaksınız.. Biz sivil toplum örgütü olarak, devletin dışında olacağız. Siz siyasi irade olarak kendi işinizi yapacaksınız , biz de bu iradeyi dışarıdan denetleyeceğiz. Fakat kurucu ilkelere sadık kalacaksınız, bunun dışına çıkarsanız biz o zaman yönetime müdahale ederiz…” Bu, temel kurucu manifestonun konservasyonu açısından ve bugün için de STÖ’nin fonksiyonlarının irdelenmesi ve açığa çıkması noktasında oldukça önemli bir duruş tarzıdır. Nitekim I. Murad’a kadar Saray’a Ahi teşkilatından kimse girmemiştir. O dönemde de Ahilik kurumu devletin hukuk sistemini kuruyor ve Kadılık yapıyorlardı. Bununla ilgili döneme ait anlatılan çok enteresan ve önemli bir anekdot vardır: Bir davada davacı I. Murad’ı şahit gösterir. Fakat Kadı I. Murad’ın şahitliğini kabul etmez. Padişah buna çok içerler ve kendisine “sen kimsin de benim şahitliğimi kabul etmezsin” der. Kadı da şöyle der: “Efendi seni hiç sabah namazında camide görmedim, hiç halkla da konuştuğunu görmedim; o yüzden senin şahitliğin muteber değildir” Bu olaydan sonra I. Murat hemen evinin kenarına bir cami yaptırır ve sabah namazlarından sonra caminin önündeki oturakta iki saat halkı dinlemeye başlar.
Bu verdiğimiz örnekler bir sivil toplum örgütünün ulaşabileceği en ideal zirve noktalarıdır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken temel paradigma bu bilgiye sahip olmak, birbirimize aktarmak, daha önce de belirttiğimiz bir takım kutlamalar, anmalar yapmanın hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Önemli olan ve dikkat çekilmesi gereken bu sistemin oluşumundaki ruhu çözümleyebilmektir. Bunu oluşturabilecek temel dinamikleri sağlıklı algılayabilir ve günümüze taşıyabilirsek sivil toplum örgütünün bugün etkin olması, adil olması, güçlü olması noktasında zihnimizde uygulanabilir, uygun bir tasavvur ortaya çıkmış olur.
Bu perspektifle ve projeksiyonla meseleyi nazar-ı itibara alacak olursak; ancak STÖ’ nin etki ve güç potansiyelini oluşturan temel değerleri teoriden pratiğe aktarma konusunda temel bir nirengi noktası oluşturabiliriz. Bütün benzeri tarihsel gerçeklikleri günümüzdeki çalışmalara esas alacak biçimde, onun ruhuna, özüne, temel felsefesine haiz olunursa, benzer bir etki potansiyeli bugün de fevkalade ortaya çıkacaktır.
Bu çerçevede temel bazı unsurlar söz konusudur: Birincisi fütüvvet meselesidir. Yani bilindiği gibi Ahi topluluğu fütüvvet hareketinin devamıydı. Fütüvvet; feta kökünden gelir ve yiğit, cesur, dürüst demektir. Fütüvvet de yiğitlik anlamına gelir. Fütüvvet Hareketinin anlamının tam anlaşılabilmesi için, bugünkü anlam karşılığı “delikanlılık hareketidir.” Anlamını iyi kavrayan halifeler siyasi güçleri tehlikeye düştüğünde “ fütüvvetname” yazdırmışlardır. Yani delikanlılığın kitabını yazdırmışlardır. Ve bunun üzerinden toplumdaki erkleri etkileri altına almışlardır. Bu kesimler “fütüvvet nameye” uymak için adeta birbirleriyle yarış eder hale gelmişlerdir. Bu proje sadece bir siyasi atraksiyon değildi elbette. Alt yapısında insan doğasına, toplum doğasına ilişkin bir karşılığı olduğu muhakkak. Kendi özümüzden bu fenomene bakacak olursak; Peygamber(s.a.v) “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” derken yeni bir sisteme değil, Adem (a.s)’dan beri insan fıtratına uygun kodlanmış bir ahlak sistemi var ve Peygamber (A.S) bu ahlak sistemini bütün hale getirmek için gelmiştir. İnsanlık tarihi boyunca erdem unsurları hiçbir topluluk peşinen reddetmemiştir. Mekke döneminde yapılan “Erdemliler Antlaşması” bunun güzel örneklerindendir. Hz. Peygamber hayatı boyunca erdemliliği eksen unsur haline getirmek için mücadele etmiştir. Ahiliğin temelinde de bu eksen unsur; fütüvvet anlayışı, fütüvvet konsepti vardır. Ahiliğin ana dinamizmi; insan doğasına, toplum doğasına esas bir sabitenin üzerine oturmaktaydı. Birinci temel dinamizm buydu. İkinci temel dinamizm ise bu orijinde insan yetiştirmekti.
Ahilik teşkilatlarında uygulama usulleri çıraklıktan başlayıp, ustalığa giden bir yol takip ediyordu. Çet kuşanıp usta olana kadar bir Ahi 789 tane farklı eğitim alıyordu. Bu sadece eğitimle sınırlı değildi; çıraklıktan itibaren o çırak adına orta sandığa para yatmaya başlıyor yani bu şu anlama geliyordu: bu çırağın ahlaki olarak, teknik olarak, insani olarak, kişilik olarak, stratejik olarak Ahiliğin kendi tezgahında yetişmesi demekti. Bu aynı zamanda sermayesinin biriktirilmesi ve eğitim dönemi sonunda sermayesinin eline verilip, kendi işini kurmasının önünün açılması anlamına geliyordu. Bir nevi kendine rakip yetiştiriyordu. Modern kapitalist dünyada bünyenizde çalışan birinin ayrılarak kendi işini kurması hainlik olarak yorumlanır. Ahilik teşkilatı pozitif paylaşım metodunu geliştirdi; yani “balık tutmayı” öğretti. Bir esnaf dayanışma teşkilatı olmasının ötesinde çok önemli bir akademik eğitim kurumuydu. Bugün bunun nasıl ve hangi psikolojik koşullar altında hayata geçirilebileceğinin sağlıklı bir şekilde irdelenmesi, etüt edilmesi gerekmektedir. Modern zamanlar içinde, modern zamanların oluşturduğu algı içinde böyle bir şeyi ütopya olarak görmekten kurtulabilmeliyiz. Bütün bu olguları, olabilirliği ve zihinsel karşılığı olabilecek fenomenler olarak görmek, bununla ilgili bir felsefi anlayış oluşturmak için tarihi farklı bir perspektifle okuyarak, anlayarak ve yeniden bir tarih felsefesi inşa ederek yapabiliriz. Temel ortak paydada baktığımızda Ahilik teşkilatının erdemli insan yetiştirme orijinli olduğunu böylece anlayabiliriz. Bu karşımıza şu üç ana kurucu unsuru çıkarır: Güç, irade ve eylem. STÖ ve cemaatler bu networkü, nüfus alanlarına etkin bir şekilde yaymaları, sağlıklı ve etkili bir hinterlant oluşturmaları açısından sonuca odaklı değil sonucu oluşturabilecek alt yapı için, keyfiyet için inşa etmeleri gerekir. Bunu yapmak için ortak bir dil, ortak bir perspektif, ortak hassasiyet, ortak algıların olması gerekir. İşte ahiler bunu başarmışlardı. Yani buradan şunu çıkarabiliriz: Güç ve etki potansiyeli yerinde ve zamanında iyi değerlendirilirse, bir STÖ devlet kurabilir, büyük sosyolojik değişimler gerçekleştirebilir. Bir STÖ mikrodan makroya bütün dengeleri etkileyebilecek ya da dengeler içinde etkin unsur olabilecek güç potansiyeline sahip olabilir. Bu yapıların değişmez unsuru olan insanın güç potansiyelini; doğasında, fıtratında kodlanmış olan bu sabiteyi verimli bir şekilde harekete geçirecek iradenin tespit edilip açığa çıkarılması, günümüzde de bunu uygulanabilir pozisyona pekala sokabilir.
Ahiler öncelikli olarak bir devlet kuralım diye ortaya çıkmadılar. Spesifik gibi görünen sorunların çözümü için formüller geliştirirlerken ve bunu çözerlerken makro ölçekte hareket kabiliyeti kazanma noktasında başlangıç döngüsünü başlatmış oldular. Yani bu ilk hareketten sonra çemberin alanı oluşan döngüyle genişlemeye başlayacak ve bir sinerji oluşacaktır. Ahilik bir tasavvuf hareketi olmasından dolayı zihinsel anlamda güçlü bir felsefeye sahipti. Böylelikle pratik hayatta karşılığını bulan güçlü bir örgütlenme modeli geliştirdiler. Zaman içerisinde oldukça güçlü ekonomik yapıya sahip olmaları onları şahsi yatırım ve lüks harcamalara yöneltmiyor, aksine kurdukları lonca sistemiyle yapı içerisine yeni yetişmiş unsurlar katıyorlar ve bu güçlü potansiyel yapı onları kurulacak devlette söz sahibi yapma etkisi oluşturuyordu.
Ahilik teşkilat anlayışı üzerinden değerlendirecek olursak; Sivil Toplum Kuruluşları(STK)’nın temel dört ayağı vardır:
1-Fikri boyut ve perspektif
2-Sistem ve örgütlenme boyutu
3-Strateji geliştirme ve planlama
4-Uygulama ve gelişim boyutu
Hülasa; STÖ ya da cemaatler farketmez, özne olmak; yani özgür olmak mecburiyetindedir ve hiçbir siyasi yada devlet erki bu yapıları bedel ödemeye mahkûm etmemeli; yani nesne olmaya zorlamamalıdır. Cemaatler açısından da; etkin ve yerinde kullanamadığımız kaynaklar da güç değil başımıza beladır. Bu husus her iki taraf açısından unutulmamalıdır.