İslam Ülkeleri Dış Politika İnceleme ve Araştırma Kurulu
Uluslararası Hukuk ve Anlaşmaları İnceleme ve Araştırma Masası
İslam Ülkelerinin Asya, Avutralya ve Afrika Ülkeleri ile İlişkileri İnceleme ve Araştırma Masası
İslam Ülkelerinin Avrupa ve Amerika Ülkeleri ile İlişkilerini İnceleme ve Araştırma Masası
1980 sonrasındaki yeni versiyon; “2.0 küreselleşme” dalgası, beraberinde dominant gücünü, yani neoliberal anlayışı da ekonomiden, siyasete, kültürden moral değerlere kadar kısaca, toplumu inşa eden bütün kılcallarına taşıdı. Neoliberalizm; ahlaki bilgi imkanını dışlayan bir bilgi anlayışı inşa etti. Bu anlayışta ahlâk, rasyonel bir inanç konusu değil, öznel bir kanaat meselesi haline dönüştü. İnanç ve dogmaya karşıt bir dünyada, ahlâk ancak kişisel bir inanç ya da dogmatik bir kanaat meselesi olarak var kalabilir. İki durumda da ahlâk, toplumsal ve bireysel hayattaki rolünü oynayabilmek için gereksindiği otoriteyi koruyamaz. “…İnsanların hakikatin ne olduğu üzerinde tam bir mutabakata vardığı bir toplum var olamaz, olamadı. İyi toplum toplumsal hayatın ortak hakikatlerden çok, barışçıl birlikte yaşama kurallarına dayandığı toplumdur. Bu toplumlarda herkesin hakikati kendinedir…”(Yeni Şafak, 13 Kasım,2013) ifadesiyle Atilla Yayla liberal felsefenin kodlarını ortaya koymakta ve bahsettiğimiz; “ahlâkın öznel kanaat meselesi haline” dönüştüğünü doğrulamaktadır. Oysa sonuçları açısından düşündüğümüzde neoliberal düşünce biçiminin kaderi, geleceği son nokta; Nietzsche’nin modernlik kavramsalı üzerinden vurgu yaptığı nihilizmdir. Nietzsche’ye göre bu modernlik açısından sevinçle ve şevkle kucaklanması gereken bir kaderdir. Heidegger daha derine inerek, yani nihilizmin kökenine göndermelerde bulunur ve nihilizmi Batı düşüncesini oluşturan temel öğelerden görür. Nietzsche, “ahlaki gerçekler diye bir şey yoktur” derken aslında ahlâk kavramının hiç olmadığını değil, “ahlaki ölçüler ve normlar koymak saçma ve gereksizdir” demektedir. Ahlâk; maalesef neoliberal dünyada bugüne kadar hiç olmadığı bir şekilde zan altında kalmış ve örselenmiştir. Bu çapraşık algılama biçimleri toplumları nihilizmle birlikte Epiküryen bir felsefeye, yani hedonizme doğru hızla sürüklemektedir. Amoralizm doktrini ya da amoralist felsefede, toplumda ahlak kuralları oluşturmanın gereksiz olduğu savunulur ve bunun aksinin yönetimleri; baskıcı, zorba otoriter ve insanları köleleştirici bir şekle dönüştüreceği düşünülür.
Uluslararası ilişkiler terminolojisinde “içeridekiler” ve “dışarıdakiler” terimlerine sık rastlanır. İçeridekiler ya da başka bir ifadeyle yerleşikler, uluslararası ortamda kendini kabul ettirmiş ve kendisini normal olarak gören ülkelere verilen bir tanımlamadır. Dışardakiler diye tanımlanan ülkeler ise uluslararası ortamda kendini bir statüye koyamamış, kendini kabul ettirememiş sinik olan ülkelere verilen bir tanımlamadır. Örneğin; Japonya ne Asya’da ne de uluslararası sistemin büyük güçleri arasında, ekonomik gücüne rağmen yerini alamamıştır ve Batılı güçler arasında tamamen rahat değildir. Bu açıdan Japonya’yı dışarıda bir ülke olarak tanımlamak mümkündür.
Tarihsel süreci belirleyen değişimlerin hiçbiri geceden sabaha ortaya çıkmaz; bunların her biri uzun soluklu oluşumların sonucudur. Sonuncu değişmenin, tüm sürecin bütününü değiştireceğine dair olaysal tarih bir yanılgıdan ibarettir; keza tarihi değiştiren büyük adamlar efsanesi de bu yanılgıdan kaynaklanmaktadır. Bu açıdan tarihte sihirli anlar, sihirli tarihler yoktur, ama simgesel anlar, simgesel tarihler vardır.Bir sürecin yoğunlaşma noktalarını belirleyen kavşaklar, dönemeçler vardır. Mesela ne Fransız Devrimi 14 Temmuz 1789’da Bastille’in alınmasıyla başlamıştır, ne de Ortaçağ 29 Mayıs 1453’te İstanbul’un fethedilmesiyle sona ermiştir. Tüm bunlar aslında kırılmaların simgesel zamanlarından ibarettir. Tarihin farklı dönemlerinde farklı kırılmalar yaşanır. Bunlar zaman ve mekan olgularına göre farklı boyutlarda yaşanır veya etkileri farklı boyutlarda hissedilir. Bu değişim dönemlerinde mikro boyutta fertten başlayarak aile, toplum, şirketler ve makro boyutta devletler etkilenir. Çıkan yeni duruma göre bu unsurlar tabii bir sonuç olarak pozisyon alırlar, almak zorundadırlar ve yeni projeksiyonlarını ve stratejilerini belirleme refleksi içine girerler. Çünkü bu yeni durumu kendileri açısından büyük ölçekte pozitif bir etkiye dönüştürmeleri gerekir.
Güneydoğu'da PKK terör örgütünün eylemlere ilk başladığından günümüze ülkemizde binlerce eve ateş düştü. Binlerce şehit verildi. Binlerce Kürt genci kandırıldı, örgüte götürüldü ve öldü. Neden? Bazı hakların verilmesi? Bu haklardan birisi de Kürtçe eğitim, Kürtçenin serbest bırakılmasıdır. Bugünlerde Hükümet tarafından demokratikleşme paketi hazırlanıyor ve açıklanacak. Muhtemelen bu husus ile ilgili bir düzenleme olacak. Ancak benim dikkat çekmek istediğim husus Kürtçe konuşma, Kürtçe şarkı söyleme gibi konularda acı çekenlerin boş yere bu acılara katlanmasıdır. Eurovisiona yıllarca katıldık. Başarısız sonuçlar aldık ve bunu önce siyasete sonra dilimize bağladık ve İngilizce parçalarla yarıştık. Kabul etmek gerekirse İngilizce şu anda bilim dili ve dünyada en yaygın dil. Ancak Anadolu yarımadasının tarihsel ve kültürel değerlerine uymamaktadır. Bugün okullarda İngilizceyi öğretiyoruz. Bilim adamlarımızdan Doçent olmaları için konuşma dilinin dışında garip bir sınav sistemi ile dil puanı istiyoruz. Çünkü İngilizce Dünya dili durumunda. Bugünlerde Türkçe olimpiyatlar vasıtasıyla kendi dilimiz de Dünya dili olma yolunda. Dilimizi unutmamamız en önemli bir husus. Millet olabilmenin en önemli şartlarından birisi de dildir.
İlginçtir; vizyona girdiği dönemde Avrupa’da gösterim için sinema salonu bulamayan, yönetmenliğini Andrew Niccol’un yaptığı, Nicolas Cage’in başrol oynadığı 2005 yapımı “Savaş Tanrısı” adlı filmde uluslararası silah kaçakçısı olan Yuri Orlov (Nicolas Cage) İnterpol ajanı(Ethan Hawke) tarafından gözaltına alındığında aralarında geçen sert diyalogda şöyle der: “Evet benim dünyada akan kanın bir çoğunda ve çıkan savaşlarda payım var, iyi biri olduğumu söyleyemem. Kötüyüm fakat bu işi senin emir aldığın patronların ve onların patronları için; onların resmi yoldan yapamadıklarını onlar için yapıyorum. O yüzden evet ben kötüyüm ama “gerekli kötüyüm…”
“Jeostratejik oyuncular, mevcut jeopolitik durumu değiştirmek amacıyla kendi sınırlarının ötesinde güç ve etki kullanma isteği ve kapasitesi olan devletlerdir.”(Büyük Satranç Tahtası Z. K. Brzezinski - İnkılap-2010) Türkiye etkin dış politikasıyla, gerek bulunduğu medeniyet havzasında ve coğrafyada, gerekse küresel düzlemde, AK Parti iktidarıyla oyundaki satranç taşı olmak yerine satrancın taşlarını yöneten etkin bir oyuncu olma noktasında kararlı adımlar atmaktadır.
Esasında Osmanlı’nın kadim gelenekten aldığı ve kendisinin de geliştirdiği, Türkiye’nin tarihsel hafızası ve mirası olan stratejik pozisyon, elimizde artı değer olarak her zaman bizi, diğer aktörlere karşı üst sırada tutması gerekirdi. Ancak yeni bir rejim olan Cumhuriyetin kurulma sürecinden sonra, gelenekle köprü kurulacağı yerde; tarih felsefesi ve hafıza oluşturmayı reddeden tarihi, radikal bir kırılma yaşanmıştır. Böylelikle de kimlik bilinci yıpranan toplumun tarihi varoluş bilinci tehlikeye atılmıştır. Bunun sonucunda ise, kendi dışındaki düşünceleri ve toplumları dışlayan bir sistem ortaya çıkmış, ortak insanlık bilincinden kopuk ve nihayetinde satranç taşına dönüştürülmüş, tarih dışına itilmiş, edilgen bir toplum kaçınılmaz hale gelmiştir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti hem jeokültürel, hem de jeopolitik sorumlulukları ile tekrar yüzleşmektedir. Elbette bu sorumluluklar, devleti edilgen ve resesif anlayıştan çıkarıp, dominant hale geçişte Türk dış politikasına ağır yükler getirmiştir. Ancak bunun yanında yeni ufuklar ve imkanlar kazandırmış; Jeostratejik zihniyet ve kimliğin yeniden şekillenmesinde de en belirgin unsurlar olarak yerini almıştır.
Son dönemde Türkiye'ye karşı artan hoşnutsuzluk tarih sahnesinde yerimizi yeniden almanın; tekrar organik yapıdan mekanik yapıya geçişin sancılarıdır. Başbakan Erdoğan'dan duyulan rahatsızlık da budur.
1970'li yıllarda Japonya Dışişleri Bakanlığı yapmış Saburo Okita: 'Üniformalı bir ordu, tek ordu biçimi değildir. Bilimsel teknoloji ve iş adamı giysileri ardında gizlenmiş savaşçı ruhumuz bizim yer altındaki ordumuz olacaktır' demişti. Gerçekten de paranın, finansın, teknolojinin, ideolojilerin önüne geçtiği, enerji orijinli güvenlik ve strateji politikalarının oluşturulduğu ve biçimlendiği bir çağda yaşıyoruz. Bununla beraber artık Avrupa merkezli bir kültür hayatı da yok. Çin'in, Hint'in yeniden kendi özgün kültürleriyle yükseldiği; İslam kültürünün büyük bir devinim içine girdiği; Afrika'nın dahi kendini yeniden keşfederek bir Afrika bilinci oluşturmaya çalıştığı, Latin Amerika da dahil bütün bu kültürlerin tekrar kendini keşif dönemi yaşadığı bir yeni süreçten geçiyoruz. Artık hiç biri konstrüktif, edilgen bir kültür ve medeniyet değiller. Geçmişte olduğu gibi etken bir Avrupa kültürünün edilgen dünyayı şekillendirmesi gri alan haline dönüşmüştür.
“İslam, modernliği de aşabilecek hayatiyet ve potansiyele sahiptir. Yeter ki tasavvur, inşa yerine, küreselleşme rüzgârına yamama gafletine düşmeyelim. Bunun için Müslüman dünyanın alternatif bir yol, bir metodoloji, bir proje geliştirmesi kaçınılmazdır.”
Modernlik bir bilinç yenilenmesi olsaydı ve insani ahlak değerlerini üzerinde barındırsaydı; "Dindarlıkla modernliğin iki karşıt kutup üzerine oturtulması doğru değil" tezine elbette itirazımız olmazdı. Modernlik olgusu, temelde bireycilik ve özerk akıl felsefesine dayanır. Özerk akıl ise, insanın düşünme kapasitesinin, sosyal, ekonomik, kültürel alanları kendi kavrayışına göre yeniden kurmasını ima eder. İslami literatürde akıl, insanı hayvandan ayıran, onu dünyadaki en üstün varlık; eşref-i mahlukat yapan bir düşünme yetisidir.
Son olarak Mısır’da baş gösteren olaylar başta olmak üzere dünyanın her tarafında Müslümanlar bir şekilde zulme uğramaktalar.
Üstelik bu olaylarda muktedir olanlar Siyonizm başta olmak üzere İslam karşıtı olan din ve toplumlara bir nevi taşeronluk yapmaktadırlar. Bunların başında da Suudi Arabistan gelmektedir.
Suudların darbeci kesimlere destek olmaları ve zulme taraftar olmaları, İslâm âlemini derinden yaralamaktadır. Bunun temelinde İslam âleminin kıblegâhı ve hac ibadetinin merkezi olan Kâbe’nin de bulunduğu mukaddes toprakların Suudi Arabistan’da olması yatar.
Bu vurdumduymazlık ve geleceği okuyamama tavrı mazlum birçok Müslümanın şehadetine sebep olmaktadır. Üstelik İslam âleminin Halifeden mahrum olması da bu mahzunluğu bir kat daha artırmaktadır.